Rıza Tevfik Bölükbaşı

Rıza Tevfik -o zaman- Edirne'ye bağlı Cisr-i Mustafapaşa kasabasında doğdu. Babası, Hoca Mehmed Efendi, annesi Kafkasya'dan kaçırılarak İstanbul'a getirilmiş bir Çerkez kızı olan Münire Hanım'dır.
İlk tahsiline dört buçuk yaşında iken doğduğu kasabada başlar. Kaymakamlık görevinden istifa ederek İstanbul'a gelen babasının Türkçe derslerini verdiği Sion Mektebi'nde tahsiline devam eder. Burada Fransızca İbranice'yi öğrenir. Sonra Beylerbeyi ve Dayutpaşa Rüştiyelerine devam ederse de babasının izmit Savcı yardımcılığına tayin edilmesi üzerine tahsili yarım kalır.
İzmit'te ailece sıtma hastalığına yakalanırlar; yedi ay sonra annesi bu hastalıktan ölür. İstanbul'a geri dönerler Babası, Nergis Eda isimli bir hanımla evlenir. İzmit'den dönüşlerinden kısa bir süre sonra babasının aynı görevle Gelibolu'ya tayini çıkar (1882).
Rıza Tevfik, Gelibolu'da Rüşdiye'ye devam eder; buradan birincilikle mezun olur. Gelibolu günleri onun için unutulmaz hâtıralarla doludur. Şiirle ilgisi o günlerde başlar. O yılları anlatırken: "Ben o zaman on beş yaşımı ikmâl etmiştim. En güzel ve tamamiyle hür ve hemen her veçhile bahtiyar geçen devr-i tufuliyetimi, o dilber ve mefâhir-i tarihiye ile, an'anât-ı zaferle dolu memlekette geçirdim ve bu yaşımda tabiatın her türlü cilve-i hüsnüne meftun bir çocuktum. Bende biraz mizac-ı şairane varsa muhitin eser-i feyzidir. Bu yaşımda şiir zevkinden hisse almağa başlamıştım. Tabiatle de pek samimi bir münasebetim vardı." (Son Asır Türk Şâirleri, s. 1488).
1866 yılında Gelibolu'dan İstanbul'a gelerek Galatasaray Sultanîsi'ne parasız yatılı olarak kayıt olur. Haylazlığı yüzünden iki sene üstüste sınıfta kalınca yeniden Gelibolu'ya döner. Bir yıl sonra babası, Rıza Tevfik'i, İstanbul'a getirerek Mülkiye Mektebi'ne kaydettirir (1887). Bu okuldaki günleri, kendi ifadesiyle pek parlak devri olmuştur. O sıralarda okulun öğretim kadrosunda seçkin kişilerin olması Rıza Tevfik'in edebiyata olan ilgisini artırır. 1890 yılında bir jurnal neticesinde hocalarının büyük bir kısmı görevden uzaklaştırılınca öğrenciler isyan eder. Bu olay üzerine, harekete katılan Rıza Tevfik de bazı arkadaşlarıyla birlikte okuldan atılır. Aynı yıl babası vefat eder. Bunun üzerine Mülkî Tıbbiye'nin imtihanlarına girer ve kazanır. Siyasî olaylara karıştığı ve bir dahiliye subayına karşı geldiği için yeniden okuldan atılma durumuna düşer. Tophane Müşiri Zeki Paşa'nın aracılığıyla affedilir. Bir müddet sonra, öğrencilere konferans vermesi jurnal edilir ve hapse atılır. Bu sefer Zaptiye Nazırı Nazım Paşa'nın yardımıyla kurtulur. Ancak, kendisini jurnal ettiğine inandığı bir Ermeni kitapçıyı dövünce tekrar hapishaneye düşer. Burada da rahat durmayıp mahkûmları isyana teşvik eder. Bilâhare, başka yere nakledileceği söylenerek serbest bırakılır.
Rıza Tevfik, yine Zeki Paşa'nın yardımıyla Tıbbiye'ye kabul edilir. Bu arada akrabaları, hayatının düzene girmesi için onu, Darülmuallimat müdiresi Ayşe Sıdıka Hanım'la evlendirirler. Mülkî Tıbbiye'yi ancak 1899'da bitirir. Fakat adının bir çok olaya karışması yüzünden diploması verilmediği gibi, İstanbul dışına çıkması da yasaklanır. Bir süre görev alamayan Rıza Tevfik, Cenab Şehabeddin'in tavsiyesi üzerine Karantina İdaresi'nde doktor olarak göreve başlar. Hacca giden bir vapurla yurt dışına kaçmak isterse de haber alınır ve Çanakkale'den geri dönmek zorunda kalır. Bunun üzerine İstanbul Gümrüğündeki Ecza-yı Tıbbiye ye müfettiş olarak tayin edilir. Ayrıca Mülkî Tıbbiye Cemiyeti ne üye olur. Buralardaki görevi 1908 yılına kadar devam eder.
Rıza Tevfik, 1907 yılında Manyasîzâde Refik Bev'in ısrar ve aracılığıyla zaman gizli faaliyet gösteren Ittihad ve Terakki Cemiyeti'ne girmiştir. 11. Meşrutiyet'in ilân edildiği (1908) sıralarda Istanbul halkına yaptığı Meşrutiyefi övücü mahiyetteki konuşmalarıyla dikkatleri üzerine çeker Aynı, yıl, Edirne'den milletvekili seçilerek Millet Meclisi'ne girer.
İttihad ve Terakkî Partisi'nin izlediği politikayı beğenmeyerek onlara karşı muhalefete başlar. Parti içindeki diğer muhaliflerin 1912 de Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nı kurması üzerine onlara dahil olur. Siyasî faaliyetlerine devam eden Rıza Tevfik, aynı yıl içinde yaptığı bir konuşmadan ötürü bir ay hapis yatmak zorunda kalır. Buna rağmen muhalefete devam eden Rıza Tevfik, Gümülcine'de bir konuşma esnasında partili arkadaşlarının hücumuna uğrar ve dövülür. Meclisin dağılmasından sonra bir yıl boşta kalır.
Balkan Savaşı sonrası Kâmil Paşa'nın yardımıyla Karantina Meclisi'ne üye olur. Buradaki görevi Umumî Harb'in sonuna kadar devam etmiştir. Aynı yıllarda Darülfünûn'da felsefe dersleri de vermiştir. Bazı kaynaklarda Rehber-i Ittihad-ı Osmanî Mektebi'nde ders verdiği ifade edilmektedir. (Bkz.: A.Uçman, R.lkvük'in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makaleleri, s.7)
Rıza Tevfik, 1918'de Hürriyet ve İtilaf Fırkası iktidar olunca Maarif Nazırı olur. 1919 ve 1920 yıllarında da iki kere Şûrâ-yı Devlet Başkanlığı'na tayin edilir. 1919 yılında Paris'e konferansa giden sulh heyetine müşavir olur. 10 Ağustos 1920'de ise Sevr Antlaşması'm imzalayan heyette bulunmuştur. Gerek bu durum, gerekse bu antlaşmayı imza ettiği kalemini edebiyat hocalığı yaptığı Amerikan Kız Koleji'ne hediye etmesi Darülfünun öğrencilerinin büyük tepkisine sebep olmuştur. Bu yüzden Cenab Şehabeddin ve birkaç arkadaşıyla birlikte görevinden istifa etmek zorunda kalır.
Rıza Tevfik, başlangıcından beri Millî Mücadele'nin aleyhinde olmuştur. Onun bu tavrı, Millî Mücadele'nin zaferle sona ermesi üzerine 1922'de Türkiye'yi terketmesine sebep olur. Önce Kahire'ye, bir kaç ay sonra Ürdün Emiri Abdullah'ın davetlisi olarak Mekke üzerinden Amman'a geçer. Amman'da Emir Abdullah'ın divan tercümanlığına tayin edilen Rıza Tevfik, bir müddet sonra Sıhhiye ve Asar-ı Atıka Müdürlüğü'ne getirilir. 1928'de New York'a çocuklarının yanına gider. Bir yıl sonra tekrar Ammana döner. 1934'te emekli oluncaya kadar orada ki görevine devam eder. Emekli olunca Lübnan'ın Cunye kasabasına yerleşir. Yüzelliliklerin affı konusundaki af kanunun çıkmasından bir kaç yıl sonra ihtiyarlamış bir halde İstanbul'a döner ve 30 Aralık 1949'da hayata gözlerini yumar.
Yirmi yıla yakın süre, sürgünde yaşayan Rlza Tevfik, memleket hasreti içinde, zor günler geçirmistir. Bu duruma sebep olan hareketlerinden ötürü pişmanlığını belirtirken: "..hakikatte hükümet hizmetine girmiş olduğuma şiddetle nadim oldum Kâşki kendi zevkime göre ulûm ve felsefe ve şiirle vakit geçirmiş olsa idim, belki iki odalı bir evim olurdu. Ve ömrüm de yok yere heder olmazdı" diye yazar. [Son Asır Türk Şâirleri, s. 1490)
Dr. Rıza Tevfik, çok cepheli bir kişiliğe sahiptir. Fakat daha çok bir devre damgasını vuran şiirleriyle tanınır. Daha ilk öğrenimine başladığı Musevî Mektebi'nde Fransızca ve Ibranice'yi iyi bir şekilde öğrenmiştir. Kendi gayretleriyle İngilizce, İspanyolca, Farsça, Rumca ve Ermeniceyi öğrenen Rıza Tevfik; sürgün yıllarında Arapçasnı son derece geliştirir. Gerek Doğu, gerekse Batı kültürlerindeki ilgi alanını geliştirmiştir. Küçük yaşlarından itibaren edebiyat ve şiirle yakından ilgilenmeye başlamış, öğrencilik yıllarında yöneldiği felsefe merakı ve araştırması ömrünün sonuna kadar devam etmiş; Türk folklor ve sanatı üzerine makaleler kaleme almış; bir yandan siyasetle uğraşırken, diğer taraftan doktorluk yapmıştır.
Rıza Tevfik'in şiirle ilgisi Gelibolu'da geçirdiği çocukluk yıllarında başlar. Burada çevrenin, tabiatın ve gittiği âşık toplantılarının karakteri üzerinde büyük etkisi olmuştur. 1887'de, İstanbul'a geldikten sonra ilk şiirlerini kaleme almaya başlar. Önce Abdülhak Hâmit ve Tevfik Fikret'in tesirinde kalır; bunu kendisi şöyle ifâde eder: "Abdülhak Hâmit olmasa idi belki yalnız güzel şiirler okumak zevkiyle iktifa ederdim de şiir yazmak hevesine kapılmazdım. Fakat onlara özendim ve diğerlerinden ziyâde Hâmid'in sihir-i tesirine tutuldum. Ona herkesten ziyâde medyundum. Bazı âsârmı şiddetle tenkit etmiş olduğum hâlde şâir olarak onu hepsinden üstün tutarım." (Son Asır Türk Şâirleri, s. 149) Şairliğinin ilk yıllarında Servet-i Fünûn topluluğuna yaklaşmış, fakat belirli bir edebî akıma bağlanmamıştır. Servet-i Fünûn taraftarlariyle dost olmasına rağmen sonraları onları tenkit eder; zevklerindeki hususiyeti garip, fikirlerini karışık, dillerini göstermelik ve nihayet faaliyetlerini devrin karışık ortamında arızalı bir yenilik olarak telakki eder.
Rıza Tevfik, ilk şiirlerini aruzla yazmıştır. Aynı yıllarda yazdığı dil, edebiyat, felsefe ve estetikle alâkalı yazıları ve şiirleri Mektep, Maarif, Hazme-i Fünûn, Resimli Gazete ve Çocuk Bahçesi gibi mecmualarda yayınlanır. Bu dönem şiirlerinde hâkim tema felsefî problemlerdir. Ölüm, varlık, Tanrı kavramlarını karamsar bir ruh haliyle ele alır.
Rıza Tevfik, 1905'ten sonra Mehmed Emin'in öncülüğünü yaptığı şiir akımına bağlı kalır.Hece vezniyle ve sade dille yazdığı bu tür şiirleri edebî çevrelerce beğenilmiş, kendinden sonra yetişen bazı şairlere kaynaklık etmiştir. 1934 yılında yayınlanan Serab-ı Ömrüm isimli kitabındaki şiirlerden bir kısmı bunlar arasından seçilmiştir. Bunlar şekil itibariyle saz şâirlerinin "koşma" ve "divan" tarzındaki şiirlerine benzemekle beraber Avrupai" Türkşiiri çerçevesinde ele alınacak cinstendir. Rıza Tevfik'in. şöhretini kazanmasına sebep olduğu söylenen tamamen âşık tarzında kaleme aldığı şiirleri sayıca fazla değildir. Ayrıca Bektaşî Tekkesi'ne bağlı olan şâir bu alanda da bir kaç şiir yazmıştır.
Edebi çevrelerin, Rıza Tevfik'in yeni tarzda yazdığı şiirlerini bu alanda büyük bir öncülük ve yenilik olarak değerlendirmelerine rağmen, o; bunların daha önce Anadolu ve İstanbul'daki tekkelerde mevcut olduğunu, kendisinin bunu sadece açığa çıkardığını ve biraz da şekillendirdiğini ifâde eder. Şairliği hususunda şöyle der: "Bende hassas mizacımdan başka sermâye yoktur ve katiyen itikadım şudur ki, benim şairliğim kemâl-i sıdk u ihlâs ile gönlümün tercemanı olabilmek hünerinden ibarettir. Benim kadar ihlâsı, terbiye-i fikriye ve kudret-i beyanı olan herkes benim kadar şâir olabilir. Dünyanın bütün şâirlerine nisbetle bizim mertebemiz pek küçüktür." (Son Asır Türk Şâirleri, s. 1494).
Rıza Tevfik'in sanat ve edebiyat hakkındaki görüşlerini, Ruşen Eşrefin onunla yaptığı ve "Diyorlar ki" isimli eserine aldığı mülakatta görüyoruz. Özellikle II. Meşrutiyet'ten sonra şiir alanında gösterdiği yenileşme ve değişiklikleri, orada izaha çalıştığı eski edebiyat hakkındaki fikirleriyle daha iyi değerlendirmek mümkündür. Rıza Tevfik, "Yine zannediyorum ki bazı tenkitçilerin iddiası gibi, eskiliği yeniliği Arapça, Farsça terkiplerin azlığında veya çokluğunda aramamak; aksine bir hâdiseyi tasavvur ediş, kavrayış, anlayış tarzlarında ve gerçek zevkleri gösteren, bunları temsil eden istiarelerde, teşbihlerde aramalıdır." diyor (Diyorlar ki, yeni baskı, haz.: Ş. Kutlu, İst., 1972, s.123) Hece ve aruz vezni konusundaki bir soruya verdiği cevapta da, dilin o günkü hâlinden kolay kolay kurtulamayacağımı, bu sebeple de aruzun bir müddet hâkim olabileceğini söyleyen Rıza Tevfik, hece vezniyle yazılan şiirlerin halkın ilgisini çekeceğini ifâde eder.
Rıza Tevfik, felsefeyle olan ilgisinden dolayı "Feylesof unvanını almıştır. Mülkiye Mektebi'nde öğrenci iken başlayan tutkusu batılı filozofların, özellikle İngiliz Herbert Spencer ve Hukuk Profesörü Holtzendorff 'un etkisinde kalmasına sebep olmuş; bu şahsiyetlerin tesiriyle ferdiyetçi bir felsefe görüşünü benimsemiştir. Türkiye'de lise seviyesinde felsefe dersi verilmeye başlanması onun gayretleriyle gerçekleşmiştir. Darülfünun Edebiyat Fakültesinde önce felsefeyle ilgili konferanslar veren Rıza Tevfik, 1918 yılından sonra aynı okulda felsefe hocalığı yapmıştır. Bu konuda bir çok yazısı devrin bazı mecmualarında yayınlanmış, hatta bir felşefe sözlüğü hazırlamaya çalışmış; ancak bu, yarım kalmıştır. Hilmi Ziya Ülken, onun bu yönünü şöyle değerlendirir: "Geniş bilgisi, hoşsohbetliği, şairliği ile sistemci filozoflara, kuru âlimlere hiç benzemeyen Rıza Tevfik, felsefe kadar tarih, edebiyat ve şiir vadilerinde dolaştığı halde dâima fılozofluğu benimser, en çok bundan hoşlanırdı. Bu hiçbir zaman heveskârlık değildi. İnsanlık tarihinde fikir çığırları açmış, sistem kurmuş filozoflara bakıp da ondan bu sıfatı esirgeyenler haksızlık etmiştir." (Yeni Sabah, 9 Ocak 1950). Şâir, felsefî konularda şiirler de yazmıştır. Bunlar umumiyetle aruz vezniyledir.
II. Meşrutiyet'ten sonra yazdığı şiir ve yazıları Ulûm-i iktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası, İçtihad, Atî, İleri, Muhibbân, Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası, Türk Yurdu, Peyâm-ı Sabah, Peyâm-ı Edebî, Düşünce ve Bilgi gibi çeşitli mecmua ve gazetelerde yayınlamıştır.

Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın Eserleri

  • Les Textes Houroufis (Clement Huart'la birlikte. Eser Hurufi tarikatına ait Paris Millî Kütüphanesinde bulunan bazı yazma risalelerin Fransızcaya tercümesidir. Leyden/Hollanda, 1909);
  • Felsefe Dersleri (Darülfünûn'daki hocalığı sırasında okuttuğu Umûmî Felsefe, derslerinin notları. İst., 1914/1915;
  • Mufassal Kâmus-ı Felsefî (Bütün felsefî ıstılahların Arapça, Yunanca, Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca karşılıklarıyle verildiği bir eser. Toplam on bir cilt olarak düşünüldüğü halde iki cildi yayımlanmıştır. 1914-1919):
  • Abdülhak Hâmid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi (İst., 1919);
  • Ömer Hayyam'ın Felsefesi (Bu kitabın hal tercümesi kısmını Hüseyin Daniş yazmıştır. İM., 1919, II. baskı 1945) (Bu eserle ilgili olarak kaynaklarda değişik bilgiler veriliyor. R.Tevfık kendisi eserin ismini yukarıdaki gibi belirtirken, A.Uçman "Rübaiyat-ı Ömer Hayyam" ismiyle veriyor. Bu kaynakta baskı tarihi 1922 dir. Türk Dili ve Ed. Ansiklopedisi 'nde "Ömer Hayyam'm Felsefesi" olarak gösterilirken, 1927'de basıldığı belirtiliyor. Eserin 1945'te yapılan baskısı "Ömer Hayyam'mRubaileri" ismini taşımaktadır.);
  • Serab-ı Ömrüm (Bazı şiirler, Kıbrıs, 1934, 2.baskı: 1949); Tevfik Fikret (1943).
Kaynakça: Mahmud Kemal İnal: Son Asır Türk Şâirleri, s.1486-1502. Kenan Akyüz: Batı Tbsirinde Türk Şiiri Antolojisi, 3.bas., Ank., 1970, s.461498. Hilmi Yücebaş: Filozof Rıza Tevfik, 5.bas., İst., 1978, Ruşen Eşref Ünaydın: Diyorlar ki (Yeni bas., Haz.: Şemseddin Kutlu, İst., 1972, s. 121-140. Abdullah Uçman: Rıza Tevfik'in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makalelerı.Ank., 1982. Abdullah Uçman: Rııza Tevfik, Ank., 1986. Hakkı Tarık Us: Elli Yıl. 1943 (?), s.61. Nihad Sami Banarlı: Resimli Türk Edebivatı Tarihi, s.1146-1150. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 1.cilt, 1977, s.364-366. Türk Ansiklopedisi, 8.cılt. s.37.
Uçun Kuşlar!
—"Sevgili oğlum Mehmed Said'e"
Uçun kuşlar uçun!. Doğduğum yere;
Şimdi dağlarında mor sünbül vardır.
Ormanlar koynunda, bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.
O çay ağır'akar yorgun mu bilmem?
Mehtabı hasta mı. solgun mu bilmem?.
Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem?
Yüce dağ başında siyah tül vardır.
Orda geçti benim güzel günlerim.
O demleri anıp bu gün inlerim:
Destan-ı ömrümü okur dinlerim
İçimde oralı bir bülbül vardır.
Uçun kuşlar uçun! Burda vefa yok!.
Öyle akar sular, öyle hava yok!
Feryadıma karşı aks-i sadâ yok!
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.
Hey Rızâ, kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın!
Sende -derya gibi- dâima taşkın,
Dâima çalkanır bir gönül vardır!

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.