Frankfurt Okulu

Frankfurt Okulu


Frankfurt Okulu terimi 1923'te Almanya'­nın Frankfurt kentinde Goethe Üniversitesi­ne bağlı bağımsız Marksist eğilimli araştırma merkezi olarak Felix VVeiPin ailesinin yardı­mıyla kurulmuş bulunan lnstitut fur Sozial-forsehung (Toplumsal Araştırma Enstitü-sü)un üyelerinin çalışmalarını İfade eder. He-gelci diyalektiğe dayanan akım geleneksel Marksist "üst yapı" kurumu anlayışından fark­lılık gösterir ve Eleştirel Teori şeklinde de tanımlanır. Müdür Cari Grünberg'in yönetimin­de Enstitü'nün çalışması 1902'lerde deneysel ve tarihsel olmaya eğilim gösterdi ve Avrupa İşçi sınıfının sorunlarına eğildi; Kari Korsch, György Lukacs ve diğerlerinin eserleri de der­gileri olanAtthiv für die Geschİchte des sozia-lismus ııııd ıterArbeiterbewegung da basıldı.

Max Horkheimer 1930'da emekliye ayrılan Cari ürünberg'in yerine enstilü'nün müdürü oldu ve çevresinde Erich Fromm, Herbert Marcuse ve T.W.Adorno, Friedrich Poilock, Leo Lowenthal ve daha sonra da Fransız Ne-umann, Otto Krichheimer ve VValter Benja-min gibi pek çok yetenekli teoriciyİ topladı. Horkheimer yönetiminde Enstitü bir toplum­sal dönüşüme arata olarak hizmet edebilecek disiplinler-arası bir toplumsal teori geliştirme­ye çalıştı. Bu dönemin ürünü sosyoloji, psiko­loji, kültür incelemeleri ve siyasal ekonomiyi kapsayan felsefe ile toplumsal teorinin bir sen­tezi olarak ortaya çıktı. Ürünler yeni dergileri olan Zeiischıift für Sozialforschttng (1932-1941)'da yayınlandı. Bu dergi haltı okunmaya değer özellikte zengin bir makale ve kitap eleştirisi kolleksiyonunu içermekte­dir.

Derginin ilk sayısında Horkheimer'in 'Tarih ve Psikoloji" ve "Bilim ve Bunalım Üzerine Notlar" adlı yazıları, iktisatçı Hcnryk Gross-man'ın Marksist ekonomi-politikte "kapitaliz­min çöküşü" konusunda bir incelemesi, Fromm'un Marksizm-Psikanalİz İlişkisine da­ir bîr yazısı ve Lowenthal'in edebiyat sosyoloji-siyle ilgili bir denemesi bulunuyordu. Ador-no'nun kendi alanında İlk Örnek sayılacak mü­zik sosyoloji siyle İlgili yazısı derginin dikkat çe­ken diğer yazıları arasındaydı

Horkheimer dönemindeki ilk büyük Enstitü tasarısı, zorba ve baskıcı rejimlerdeki akıl-dışı otoriteye boyun eğer bireyler üzerine bir araş­tırma olan otoritenin sistematik bir inceleme­si idi. Bu tasarı iki ciltlik bir çalışma ile nokta­landı: Otoıile ve Aile Üzerine İnceleme (J936). Faşizme 1930'larda büyük bir ilgi uyandı. Üye­lerin çoğunu hem Yahudiler, hem de Mark­sist radikaller oluşturuyordu ve Hİtler'İn ikti­dara gelişi iden sonra Alniünya'yı terke zorlandılar. Üyelerin çoğunluğu Birleşik Devletler'e göç etti ve Enstitü 1934'ten, Frankfurt'a eski yerine döndüğü yıl olan 1949'a kadar Colum-bia Üniversitesinde faaliyet gösterdi.

Enstitü 1936'dan günümüze değin yaptığı ça­lışmaları "eleştirel toplum teorisi" olarak nite­ledi. Uzun zamandır "eleştirel teori" terimi, Enstitü'nün Marksizmini niteleyen bir temel belirleyici olarak kaldı ve onun Hegelci-Mark-sist diyalektik, tarihsel materyaliznvve mark-sist ekonomİ-politik eleştirisi ve devrim teori­si içerisinde kökleri bulunan radikal bîr disip­linler arası toplumsal teori kurma girişimin­den ayırd edilmiştir. Enstitü üyeleri şunu söy­lüyorlardı: Marks'ınmal, para, değer, mübade­le ve fetişizm kavramları kapitalist ekonomiyi nitelemekle kalmayıp, aynı zamanda insan iliş­kilerinin ve tüm hayat tarzlarının mal ve mü­badele ilişkileri ve değerlerince yönetildiği ka­pitalizm dönemindeki toplumsal İlişkileri de karakterize etmektedir.

Eleştirel teorinin gelişim süreci üç evre ha­linde belirlenebilir. 1930'lardan II. Dünya Sa­vaşı dönemini kapsayan birinci evrede Hork­heimer ve Marcuse'ün yazıları etkin olup, bir yandan Marksizmin ekonomi ağırlıklı yoru­mundan, öte yandan da idealist "burjuva" dü­şüncesinden ayrışma gereği vurgulanmaya ça­lışılmıştır. Horkheimer'in deneyci Anglosak­son felsefesini, Almanya'da etkili gözüken vi-lalisı felsefeyi eleştiren yazıları, Adorno'nun Kicrkegaard eleştirisi, Marcuse'ün liberalizm ile faşizm arasındaki sürekliliğe dikkat çeken yazıları bu dönemde ortaya çıkan ürünler ola­caktır. Bu dönemde, Horkheimer'in İfadesiy­le, eleştirel teori temsilcilerinin görüşleri mad­decidir. Çünkü teori özgürlük ve mutluluğun başka bir dünya olmadığı için, ancak bu dünya­da gerçekleştirilebileceğini ileri sürmektedir. Horkheimer, Marcuse ve Adorno, Kierkega-ard'ın Önerdiği tarzda bir "dcrunilik"e karşıdır­lar; manevi yaşantının dış dünyadaki eksiktik ve çelişkileri aşması sözkonusu edilemez. Fa­kat manevi ve kültürel olgular maddi gerçekli­ğe de indirgenemezler, görece bir nitelikleri bulunmaktadır. 

Sanat eserleri için bu kesinlik­le böyledir. Nitekim Adorno'ya göre sanat escri, içinden çıktığı toplumun bütün çelişkilerini taşır, fakat bu çelişkileri aşamazsa da, aşma ve­ya değişme potansiyelinin bekçiliğini üstlenir. Okulun ikinci evresi savaş yıllarından 60'la-ra kadar uzanır. Bu dönemde teoriye Ador-ııo'nun yaptığı katkılar, gelişimini de sağlamı­şa benzemekledir. Gerçekten Adorno Mtnİ-ma Moralia: Zedelenmiş Hayattan Çıkan/an Düşünceler (1951) ile Olumsuz Diyalektik (1966) gibi eserlerinde, Hegel'in "belirlenmiş olumsuzlama" kavramını felsefesinin odağına yerleştirir. Adorno ve Horkheimer, Aydınlan­manın Diyalektiği (1947) adlı eserlerinde top­lum ve doğa İlişkisini incelerken de bu kav­ramdan yararlanmışlardır. Buna göre Aydın­lanma, bilimsel düşünce ve teknolojik geliş­me, İnsanın özgürleşmesinin önşartlarını oluş­tururlar, ancak gerçekleştirilirken yeni bir tut­saklığı da beraberinde getirirler. Toplumsal Özgürlüğe giden yolda araçların mutlak kılın­ması, amaçların unutulmasına ve tersine dön­mesine yol açmaktadır. Bu noktada Eleştirel Teori Hegel ve Lukacs'ın geliştirdiği bir dü-şünccdcnfaydalanmaktadır. Yani insanlar, do­ğanın baskısından kurtulmaya çalışırlarken, en az bunun kadar baskıcı bir "ikinci doğa" da meydana getirmişlerdir. Bu "ikinci doğa" lop-lumsai kurumlardan ve dizgini enemeyen tek­nolojiden oluşur ki, bu insanın kendi benliğin-üeki doğayı yok etmesinin bir bedeli ya da ke­faretidir. 

Horkheimer'inbu dönemde görülen karamsarlığına karşılık Adorno düşünce düze­yinde de olsa çıkış yolları arar gözükmektedir: Olumsuz bir diyalektiğin, tutsaklık ve körlüğe karşı düşünce için bir direnç kaynağı oluştura­cağını belirtir. Ayrıca, Horkhcimcr'den farklı olarak, sadece faşist ve komünist sistemleri de--ğil, liberal demokratik (ABD ve Balı Avrupa) siyasal yönelimleri de "totaliter toplumlar" sı­nıfına sokar. Totaliterlik, herşeyin kavram ha­line dönüştürülmesinde, evreni açıklayan kav­ramsal sistemlerin kurulmasında tanımını bu­lur. İşle Adorno'ya göre olumsuz diyalektiğin işlevi felsefeyi kendine karşı kullanmak, nes­nel gerçekliği tıkayan kavramsal kabuğu kav­ramların yardımıyla parçalamakta kendini gös­terir.


1960'ların sonunda başlayan Frankfurt Oku-lu'nun üçüncü evresinde ABD'de bulunan Marcuse, eleştirel Teorinin temel yapısının 1930'larda oluşmuş şekli üzerinde kalarak, dö­neminin devrimci hareketlerini ve toplumsal dönüşüm durumunu açıklayabilecek yeni so­mut biryaklaşım ortaya koymaya çalışır. Psika­naliz ile ilgili incelemeleri de gözönündc lula-rak özgürlük felsefesine bİyolojik-psikolojik bir derinlik kazandırmayı amaçladı. Ne var ki, Eleştirel Teorinin yenilenmesinde Alman­ya'da Habermas ve Ofle'nin yaptıkları siyasal çözümlemeler etkin oldular. Habermas, ikti­sat ve siyaset bilimini yeniden Eleştirel Teori­nin gündemine sokarken, ikinci olarak şimdi­ye değin üzerinde durulmayan iletişim ve dil olgularına yöneldi ve böylece Frankfurt Oku-lu'nun kapsamında bir değişikliği gerçekleştir­di. Kitleler nazarında kapitalizmin kendisini meşru kılmasını sağlayan ekonomik, siyasal, psikolojik ve ideolojik belirleyicileri ya da me­kanizmaları inceledi. Offe ile beraber değişim ya da dönüşümü doğuracak bunalımın ekono­mik olmaktan çok, siyasal ve ideolojik düzey­de bir "meşruluk bunalımı" biçiminde patlak vereceğini belirttiler.

Horkheimer "Geleneksel ve eleştirel teori' (1937) adlı anahtar niteliğindeki bir makale­sinde şöyle diyordu: Madem ekonomi sefale­tin ilk nedenidir, o halde teorik ve pratik eleş­tiriler temekle una yöneltilmelidir. Enstitü üyeleri kapitalist ekonominin temelinde yatan üretim çemberi, anarşi, çöküntüler, işsizlik ve savaşlar aracılığıyla burjuva toplumunu felake­te sürüklediğine İnanıyorlardı. Onlar bürokra-likleşme ve toplumsal rasyonelleşmeye doğru artan eğilimlerin, kapitalist sistemin yarattığı ve o kadar övündüğü bireysellik ve Özgürlük özelliklerini tahrip ettiği kanısıııdaydilar.

Horkheimer 1937'deşüyleyazıyordu: "Eleşti­rel Teorinin içeriği, ekonomiye tamamen ha­kim olan kavramların zıtlarına dönüşmesini içerir: Dürüst mübadelenin derinlemesine bir toplumsal adaletsizliğe; serbest bir ekonomi­nin tekelci tahakküme; üretici emeğin üreti­me kel vuran İlişkilerin güçlenmesine:; toplum hayatının idamesinin insanların fakirlcş.mesine dönüşmesi." Eleştirel Teorinin amacı bu toplumsal durumları (şartları) dönüştür m ek ve "sonu gelen" bir çağın tarihsel harekelinin oluşumuna sunmaktır.
Eleştirel teori, rekabetçi kapitalizmin tekel­ci kapitalizm ve faşizme dönüşmesine ilişkin birteurinin çeşitlemelerini yapıyor ve kapita­lizmin sayesinde sosyalizme yer değiştireceği iarihsel sürecin bir parçası olmayı umu d edi­yordu, horkheimer iddia ediyordu ki, "Eleşti­rel teorinin etkisi altında doğan kategoriler mevcut durumu eleştirir. Marksist sınıfı, sö­mürü, artık değer, kâr, fakirleşme ve çöküş ka­tegorileri kavramsal bir bütünün aprçalarıdır ki, onun anlamı mevcut toplumun yenİden-ü-reülmesinde değil, fakat onun sağlıklı bir top­luma dönüştürülmesinde aranmalıdır. Eleşti­rel teori böylelikle kurtuluşa duyulan bir ilgi­den güdülenmiş olup "gelecek için mücade­lece bağlanmış bîr toplumsal pratik felsefesi­dir. Eleştirel teori verili mevcut teknik araçla­ra, böyle bir toplumu mümkün kıldığı kadarıy­la özgür insanlar topluluğu olarak gelecek bir toplum fikri'ne sadık kalmalıdır.

1930'larda gerçekleştirilen bir dizi inceleme­de Sosyal Araştırma Enstitüsü tekelci kapita­lizm, yeni sanayi devleti, tekelci kapitalizmde teknolojinin rolü ve dev şirketler, kültür sana­yileri ve bireyin çöküşü gibi konulara İlişkin te­oriler üretti. Onlar, geleeek birkaç on yıl bo­yunca toplumsal teorinin merkezine oturacak olan görüşler geliştirdiler. Böylesi bir disiplin-lerarast uzmanlar grubunun bir enstitünün ça­tısı altında toplanması ender görülen durum­lardandır. Tarihin zor bir döneminde radikal toplumsal teoriyi diri tutma işini üstlendiler ve rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitaliz­me geçiş esnasında ortaya çıkan yeni tarihsel durum ile değişen toplumsal gerçekliğe ilişkin yeni-Marksist bir teorinin ana hatlarını sundu­lar.

II.Dünya Savaşı yıllarında Enstitü, savaşın baskılarına bağlı olarak çatlamaya yüz tuttu. Adorno ve Horkheimer Caltfornia'ya gittiler, beri yanda Lowenthal, Marcusc, Neumann ve diğerleri faşizme karşı mücadeleye katkıları ol­sun diye Birleşik Devletler hizmetinde çalıştılar. Adorno ve Horkheimer, faşizm ve tüketi­ci kapitalizmin yanısıra, Marksizmİn de zimnî eleştirisini İçeren Aydınlanmanın Diyalektiği (1947) adh ortak kitapları üzerine çalıştılar. Onlar Marksist tarih teorisinden ayrılarak, Yuyanlılardan başlayan bilimsel düşüncenin başlangıcından, faşist toplama kampları ve Birleşik Devletler kapitalizminin kültür sana­yilerine kadar aydınlanmanın kaderini titizlik­le araştıran bir tarih felsefesi ortaya koyuyor­lardı. Onlar Batı rasyonalizminin tahakküme bir araç olarak nasıl hizmet ettiğini ve 'Aydın-lanma'nın nasıl karşıtına yani nıiskinlcşlirme ve karanlığa ve zulme dönüştüğünü gösterdi­ler. 'Aydınlanmanın diyalektiği' adını taşıyan bu kitap aydınlanma bilimciliği ve akılcılığını eleştİriyorveMarksizmi'Aydınlanmanın diya­lektiği' İçerisine zimııcn dahil ediyordu.

II.Dünya Savaşı'nın ardından L950'lerin ba­şında Federal Almanya Hükümeti'nin çağrılı­sı olarak Adorno, Horkheimer ve Pollock Al­manya'da Enstitü'yü yeniden oluşturmak ama­cıyla Frankfurt'a geri dönerken, Lowlenthal, Marcusc ve diğerleri Birleşik Devlctlcr'de kal­dılar. Almanya'da Adorno, Horkheimer ve çevresindeki ikİşilcr bir dizi kitap yayınladılar ve Almanya'da hakim bir entellektüel akım halini aldılar. Bu sıralarda "Frankfurt Okulu" terimi, onlarındisiplİnler-arası toplumsal araş­tırmaya katkılarının ve Adorno, Horkheimer ve öğrencileri tarafından geliştirilen özel top­lumsal kuramın bir nitelemesi olarak yagyın-lık kazandı. Onlar sık sık diğer toplum teorile­riyle metodolojik ve esasa ilişkin tartışmalara girdiler. Bu tartışmaların en dikkate değer ola­nı "pozitivizm tartışması'dır. Burada toplum­sal teoriye getirilen aşırı deneysel ve niceliksel yaklaşımalrı eleştirdiler ve toplumsal teorinin daha spekülatif ve daha eleştirel olan biçimini savundular. Adorno ve Horkheimer'in çevre­sindeki Alman grubun, uyrıca ortodoks Mark-siznıe arlan bir düşmanlığı da vardı ve sırasıy­la, onların devrimci ve bilimsel Marksist pers­pektiflere körü körüne bağlanmalarından ötü­rü'Marksizm-Lenİnizm've'bilimsel Marksisl-ler'in çeşitli tipleriyle eleştirdiler.

Frankfurt Okulu, gerçekte, kapitalizmin toplumsal hayalın tüm yönleri ve toplumsal dene­timin yeni biçimlerinin geliştirilmesi üzerinde­ki artan gücünü teori haline getiren 'topyekün yönetilen toplum' ya da 'tek-boyutlu insan' te­orilerinden ötürü tanımaya başladı. Ne var ki, 1950'lere gelindiğinde Frankfurt'a yeniden yerleşen Enstitü'nün çalışması ile Fromm, Lo-wenthal, Marcuse ve Almanya'ya geri dönme­yen diğerlerinin -ki onların Adorno ve Hork-heimer'in hem mevcut, hem de ilk eserleriyle araları çoğunlukla açık olmuştur- geliştirdiği teoriler arasında farklılıklar vardır. Böylece, savaş sonrası dönemde çeşitli eleştirel teorici-lerin eserlerini yekpare bir 'Frankfurt Oku-lu'nun üyeleri sıfatıyla değerlendirmek yanıltı­cı olacaktır. Oysa İ93ü'dan 1940'lann başına kadar disiplinlerarası toplumsal teori üzerine hem paylaşılmış bir amaç duygusu, hem de or­tak bir çalışma sözkonusıı iken, bu tarihten-sonra eleştirel teorilerin sık sık araları açıldı ve birbirlerinden koptular; nihayet 1950'ler ve L960'larda ise Frankfurt Okulu terimi, gerçek­te Almanya'daki Enstitü'nün çalışmalarına in­hisar eder bir anlam kazandı.

'Frankfurt Okulu'nu bu şekilde bir bütün olarak karakterize etmek İmkansızdır. Çünkü onların çalışmaları otuz-kırk yıl sürmüş ve da­ha sonraları birbiriyle şiddetli tartışmalara gi-rişen bazı düşünürleri kapsamıştır. Bununla birlikte, Enstilü'nün çalışmalarının geçirdiği çeşitli aşamalar şöylece tesbİt edilebilir:
 1- G-runberg dönemine ait deneysel-tarihsel incele­meler;
 2- Horkheimer'in yönetiminde mater­yalist bir disiplinlerarası toplum kavramı kur­ma yolunda 1930'ların ortalarına kadar geri gi­den çabalar;
 3- L937'den 1940'lann başlarına kadar süren göç döneminde eleştirel bir top­lum teorisi geliştirme girişimleri;
 4- L940'lar-da Enstitü üyelerinin dağılması ve Adorno ile Horkheimer tarafından çizilen yeni yönler;
5-Enstitü'nün Almanya'ya dönüşü ve 1950 ve 1960'larda   Frankfurt'ta   yaptığı   çalışmalar;
 6- Eleştirel teorinin. Birleşik Devletler'de ka­lan Fromm, Lowenthal, Marcuse ve diğerleri tarafından çeşitli yollarla geliştirilmesi; 7- En­stitü projelerinin sürdürülmesi ve eleştirel tc-. orinin Almanya'da 1970 ve 1980'lerde .lurgen
Habermas, Oskar Negt, Alfred Schimidt ve di­ğerleri tarafından geliştirilmesi; 8-Avrupa ve Amerika'da halihazırda aktif olan daha genç teoriciler ve bilim adamları tarafından eleşti­rel teoriye yapılan katkılar.
Eleştirel teorinin kapsadığı alanı gözden ge­çirirken, hepsi de Adorno, Horkheimer, Mar­cuse, Habermas ve diğerleri gibi teorisyenle-rin eserlerinin etkisiyle toplumsal eleştiriye bir ilgi uyandığını ve disiplinlerarası toplum­sal etoriye bağlanmak suretiyle gevşek biçim­de birbirine tutturulmuş teoriler, teorisyenler ve tasarıların farklılığı gözlemlenebilir.

Eleştirel teoricilerin deneysel ve niceliksel toplumsal teoriye karşı eleştirel olma eğilimin­dedirler ve teorik inşa, toplumsal eleştiri ve toplumsal dönüşüme daha sempatik bakarlar. Her ne kadar çoğunlukla marjinal kalsa da, bugünkü toplumsal teorinin eğilimi canlı bir teori olma niteliğini sürdürür. Böylece Frank­furt Okulıı'nun mirası yaşamaya devam et­mektedir.

Sigmund Freud (1856-1939) çalışmalarıyla psikolojik psikopatolojive psikoterapi üzerin­de derinlemesine etkiler yapmış; ruh sağlığı hizmetlerinin yaygınlaşması ve etkinliğinin art­ması, psikolojinin yaygınlık kazanması için ça­ba göstermiş bir düşünür ve tıp doktorudur. Çalışması bir kişilik ve tedavi teorisini ve bir tedavi uygulamasını ihtiva eder ve bir bütün olarak "psikanaliz" adını alır. Frcudculuk, psi­kolojik yaklaşım olarak psikanalizi benimse­yenlere verilen addır.

S.Freud'un hayatını ve eserlerini izleyerek psikanalizin gelişimini ve kapsamını Özetle şöyle ifade edebiliriz:

Freud, 6 Mayıs 1856'da Moravyalı Yahudi bir tüccarın ikinci karısından, Freİburg'da dünyaya geldi. 1860'da ailesinin Viyana'ya yer­leşmesi üzerine Freud, 1938'de Nazilerden Londra'ya kaçana kadar, bu şehirde olurdu. Başarılı bir orta öğrenim hayatından sonra 1881'de up doktoru oldu. Okul sırasında ve mezuniyetinden sonraki iki yıl temel tıp bilim­lerinde bilimsel çalışmalara katılmıştı. Fakat maddî İmkansızlıklar nedeniyle psikiyatri ve dahiliye kliniklerinde çalışmaya başladı. 1885'te "Beynin medüller yolları" çalışmasıyla yardımcı doçent oldu; dört aylığına o sırada histerinin hipnozla tedavisîkonusıında araştır­malar yapan Fransız hekim Charcot'nun yanı­na eğitime gitmeye hak kazandı. Bu kısa süre onun için tam bir dönüm noktası oldu. Sonra­dan bütün dikkatini histeri üzerine yöneltti ve böylece psikanalizin yolu açılmış oldu.

1886'da özel muayenehanesini açtı. Burada daha çok, 'sinirli' hastalarını hipnozla tedavi ediyordu. Fransa'da aynı alanda çalışan Char-cot ve Bernheim'ı ziyaret etmesinin yanı sıra onların ikişer kitabını da Almanca'ya çevirdi. Okulda Heimholtzcu görüşlere dayalı meka­nik materyalist bir eğitim gören ve bilginin or­ganik temellerine inanan Freud, o günlerde Bernheim'ın hipnozu telkinle açıklamasına karşı fizyolojik bir açıklama yapan Charcot'­nun yanında yer alıyordu. Hayatı boyunca bu yanı hiç değişmeden kaldı, her zaman fizika-list ve indirgemeci terimlerle düşünmeyi sür­dürdü.

Bir yandan önceki bilimsel çalışmalarını sür­düren ve ilk kitabını Dr.Rie ile birlikte Çoctık-lardaki Tek 'larajlı Felçler (1891) üzerine ya­zan Freud, artık 1890'h yıllarda bilime önemli katkılar yapmış, tanınmış bir nörolog idi. His­teri konusundaki çalışmalarını nörolog arka­daşı Breuer'le sürdürmeye başladı. 1895'te Breuer'le birlikfe Hisleri Üzerine Çalışmalar kitabını yayınladı. Bu kitap psikanalizin ilk ha­bercisiydi, çünkü histerik belirtilerin geçmişte­ki sarsıcı yaşantıların sembolü olduğunu ve hipnoz sırasında bu yaşantının hatırlanması­nın, duygusal boşalımı ve tedaviyi sağladığına inanılıyordu.

Daha sonraki çalışmaları sırasında Freud, hipnotik tedavinin etkisinin ancak telkin süre­since olduğunu ve hekim-hasta ilişkisiyle bağ­lantısı bulunduğunu farketti. Hipnozu terk ederek hastanın aklına gelenleri söylemesi esasına dayalı serbest çağrışım yöntemini uy­gulamaya başladı. Bu uygulamalar sırasında hatırlanan materyallerin çoğunun çocukluk anılarıyla İlgili ve cinsel muhtevada olduğunu gördüğünü söyledi ve hastalığa neden olan ya­şantıların kökeninde bastırılmış cinsel duygu­ların bulunduğuna inandı. Bu arada başta Brcuer olmak üzere bütün arkadaşları tarafın­dan şiddetle eleştiriliyor ve bilim çevrelerince aforoz ediliyordu (Freud'un cinselliğin öncmİ-nİ 'keşfinde' sonraki bibliyografya çalışmaları, onun tutucu bir Yahudi çevrede yaşayıp, Viya-na'nın müsamahakâr ve duygusal ortamından da etkilenmesinin rolü üzerinde duracaklar­dır).
Psikanalizin gelişimi, Freud'un kliniklerde bir çok analiz pratiği yapması, yeni yöntemler bulması ve çeşitli dönemlerde teorisini göz­den geçirmesiyle sürüp gitti.

1894'tcn beri rüyalar üzerinde çalışıyordu. 1895'te sistematik olarak kendi rüyalarını ince­ledi. Rüyaların bilinç-dışı isteklerin kılık değiş­tirmiş veya sembolik biçimleri oldukları sonu­cuna ulaştı. Histeri belirtileri gibi rüyalar da benlik tarafından başka bir muhtevaya dönüş­türülmüşlerdi. Kendi rüya analizi sırasında 1897'de ünlü 'Ocdİpus Kompleksi'ni (Çocu­ğun karşı cinsten ebeveynine karşı cinsel duy­gular hissetmesini) keşfettiğini İleri sürdü. Ona göre ödİpal duygular evrenseldi. Bu gö­rüşleri 190ü yılında Rüyaltum Yoııımu adlı ki­tabında yayınlandı. Bu kitabın ünlü yedinci bö­lümünde bir çok kez değişmiş olmakla birlik­te, onun sonraki çalışmalarının temelleri bu­lunmaktaydı. Freud, burada birincil ve ikincil olmak üzere iki ruhsal süreçten ve ruhsal aygı­tın topografik modelinden söz etmekteydi. Bi­rincil süreç arzuların kaynağıdır, ikincil süreç ise zihinsel işlevlerin uyumlu ve bilinçli görü­nümünü oluşturur. Düşüncelerimizin İkincil süerçle ilgili olanı çok az bir kısmıdır; buzdağı­nın temeli birincil süreçtir.

Bunu İki önemli kitap izledi: Gündelik Haya­tın Psikopatolojisi'nde (1904) bütün insan faa­liyetlerinin bir determinizm kontrol edildiğini belirtti. Determinizmce, Freud'un fizîkalist oluşunun çok önemli göstergelerinden biridir. O, fiziksel dünya gibi ruhsal dünyadaki her olayın da mutlak bir belirleyeni olduğuna inaılıyordu. Unutmalar, hatalar, dil ve kalem sürçmeleri, raslgele ve ihmâl gibi görünen bü­tün davranışların altında bir takım dürtüler ya­tıyordu ve onları serbest çağrışım yoluyla açı­ğa (yüzeye) çıkarmak mümkündü. Şakalar ve Oıılann Bilinç-dıştyla Ilişkileıi'nde (1905) şa­kaların arkasındaki dürtüleri ve şaka sonucu meydana gelen psikolojikhoşnutluğu gösterdi­ğini savundu. Bunlar Freud'un bireysel psiko-lerapide geliştirdiği teorilerin İlk sosyal uygu­lamalarını kapsıyordu.

Etrafında kısa sürede bîr İzleyici grubu top­lanmıştı ve Freud onlarla 1902'den beri düzen­li toplantılar yapıyordu. Psikanalİtik Hareket, daha sonra başta İsviçrfe, Almanya ve A.B.D. olmak üzere hızla her yana yayıldı. Psikanalizi tıptan ve öteki kurumlardan ayrı, yeni bir alan olarak gören Freud, 1909'da A.B.D.de Clarck Üniversitesi'nde ve Viyana Üniversİtesi'nde bir dizi konferanslar vermesine rağmen kendi­sini üniversitelerden uzak tuttu. Psikanalizin teorisi, tekniği ve uygulaması üzerine yazdığı yazılarla, hareketin gelişimini sürdürdü.

19Ü6'da Cinsellik Üzerine Uç Deneme'yi yaz­dı. Freud'un içgüdü teorisi ilk kez bu kitapta anlatıldı. Bilinç dışı, belirli enerji yükleriyle (Cathexis) temsil edilen içgüdülerle doludur. Bunlar cinsel içgüdü ve korunma içgüdüsü ol­mak üzere İkiye ayrılırlar. Nevrozların köke­ninde cinsel içgüdü bulunur (Bu ayrım sonra­dan bir çok kere değişecektir). İçgüdüler haz ilkesine göre çalışırlar. Belirli bir nesneye bağ­lı oiup hemen doyurulmak İsterler. Nesne bi­rey için ne kadar fazla önem taşıyorsa İçgüdü­nün enerji yükü de o kadar fazladır. Dolayısıy­la duyurulmadığında yapacağı gerilim de o ka­dar fazla olacaktır. Burada önemli olan bir du­rum, cinsel içgüdünün asla cinsel arzu anlamı­na gelmemesidir. Cinsel içgüdü kaynağını "e-rojen" denilen beden bölümlerinden alır ve bu bölümlerin taşıdığı önem çocukluğun geli­şim aşamasına göre değişir. Bir başka deyişle cinsel içgüdünün nesnesi çocuğun gelişim aşa­ması tarafından belirlenir. Örneğin yenidoğan bebekte ağız, başlıca erojen bölgedir. Çocuk­luk döneminde dağınık ve çocuğun kendi be­denine yönelik olan cinsel içgüdüler, ergenlikte bir araya gclİrve karşı cinse yönelerek üre­me amacına hizmet ederler. Bütün bu söyle­dikleriyle Freud, alışılmış olanın tersine çocu­ğun 'cinsel bir varlık' olduğunu İddia etmiş oluyordu. Cinselliğe verdiği önemden sonra, şimşekleri en çok üzerine çeken sözü bu kitap­ta yazılıydı: Ona göre çocuk sanıldığı gibi ma­sum değil, 'çok yönlü bir sapık'tı.

Bu yayınlarla Freud. en üretken dönemini ta­mamlamıştı. Bundan sonraki bir kaç yılını te­davi pratikleri yaparak ve psikanalitik organi­zasyonlar kurarak geçirdi. 1908'de yazdığı "Ka­rakter ve Anal Erotizm" makalesinde geliştir­diği yeni psikolojinin karakter incelemelerine de uygulanabileceğini gösterdi. 1909'daki "Beş Yaşındaki Bir Oğlanın Fobisinin Anali­zinde çocuğun ruhsal aygıtıyla ilgili daha ön­ceki tezlerini bir vaka dolayısıyla destekledi. 1910'da "Vahşi Analiz" kitabıyla psikanalizi yanlış biçimde uygulayanları uyarmak için tek­nik üzerine eğildi. Bu kitap artık psikanalizin kurulmuş olduğunu gösteriyordu.

1911 ve 1915 yılları arasında Freud, yeniden bir teorik patlama yaptı. Narsisizm, metapsi-koloji ve içgüdüler üzerine bir çok makale yaz­dı ve bunları Psikanalize Genel Giriş adlı kita­bında topladı (1916). Savaş yıllarının da etki­siyle ilk kez içgüdüleri cinsel ve benlik içgüdü­leri olmak üzere İkiye ayırdı ve saldırganlığın (agression) benlik içgüdüsü olduğunu iddia et­ti.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllar, Freud'un yeniden canlandığı yıllar oldu. Haz ilkesinin Ötesinde (1920) kitabında İlk olarak ölüm içgüdüsü thanatos ile hayat İçgüdüsü eros arasındaki dinamik dengeden söz açtı: Hayat içgüdüsü açlık, susuzluk, korunma ve cinsellik gibi İçgüdüleri kapsar ve bu içgüdüle­ri çalıştıran enerji türüne libido denir. Ölüm içgüdüsü insanın kendine yönelik yıkıcı yanla­rıdır; enerjisine 'destrudo' denir, başkalarına çevrildiğinde saldırganlık adını alır. Hayat ve ölüm içgüdüleri birbirlerini etkisiz kılabilirler veya birbirlerinin yerine geçebrlirler. Yeme fa­aliyetinde açlık ve yıkıcılık birbirine geçişmiş-tİr. Sevginin nefrete dönmesi de bunun bir başka şeklidir.

Kansere yakalandığı yıl, son büyük teorik ça­lışması olan Ego ve İd'i (1923) yazdı. Bu kitap­ta id, ego ve süperego olmak üzere ruhsal aygı­tı üç ayrı yapıya bölüyordu. Böylece Rüyalonn Yonanunda ileri sürmüş olduğu topografik model, yerini yapısal modele bırakıyordu. 1926'da yeni modelin ışığında Ketlenmelet; Be­lirtiler ve Kaygı başlığını taşıyan kitabını yazdı.

S.Freud bilimsel çalışmalarının yanı sıra özellikle başta din ve sanat olmak üzere başka alanlarda da kitaplar yayınlamıştı. Freud'un çalışması 19lO'dan sonra entellektüel çevreler­de de tanınmaya başlamış, bazı popüler kitap­ları genel okuyucuya ulaşmıştı. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Dostoyevskİ'nin eser­leri hakkında yazdıkları yazılarda onların bi-linçdjşı dürtülerinin spekülatif analiziyle süre-gidecek bir tartışmayı başlatmış oluyordu. 1913-1914 yılları arasında sosyal psikolojik ve antropolojik konulan açıklamak için etnolojik materyal kullanarak Totem ve Tabu adlı ünlü eserini yazdı. Aile İçi cinsel ilişki yasağının (en-sest), dinin, ahlakın, sosyal hayatın ve sanatın köklerinin Oedipus Kompleksi'ne bağlandığı; çocukluk, ııevrotik rahatsızlık, ilkellik ve din­darlığın benzer özellikleri olduğunun iddia edildiği bu kitap bîr çok eleştiriye neden oldu. Uygarlık ve Getirdiği Rahatsızlıklar'öa (1930) toplumun akılcüaştırmalarını, baskı ve kısıtla­malarını ele aldı. Bir Yansılamanın Geleceği (1927) ve Musa ve Tektanncıhk'ta (1939) din konusundaki şüpheciliğini açıkça ortaya koy­du; Yahudiiik'tekİ suçluluk duygusunun nesil­ler boyunca sürdüğünü ifade etti. Hayatı bo­yunca bilimsel çalışmaları nedeniyle akade­mik unvanlar dışında bir ödül almamıştı, ama bu popüler çalışmaları ona 1930'da Goethe Edebiyat Ödülü'ııü kazandırdı.

Modern psikoloji ve psikiyatrinin temellerin­den birini meydana getiren Freud'un düşünce­leri bugün dünya çapında bir yaygınlık ve uy­gulama alam bulmuştur. Fakat daha teorinin başlangıç aşamalarında en yakın arkadaşları çeşitli zamanlarda onu terketmişlerdir. Fre-ud, düşüncelerinin bütünlüğünün bozulması­na tahammül edemez, muhaliflerle kesinlikle uzlaşamazdı. Viyana PsikunalitİkTopluluğu'ndan ilk kez 1911'de A.Adler ayrıldı. Onu 1912'de Stekel'in, 1913'te de Jung'un ayrılıkla­rı İzledi. Daha sonra O.Rank ve W.Reich gibi başkaları da psikanalizi temel alan, fakat fark­lı biçimlere sahip teoriler geliştirdiler, ama bunların hiç biri Ferud'u ilk ayrılıklar kadar yıpratmadı.

Freud, psikanalizi kurumlaştırmaya ve onu kendisi olmadan da sürebilecek bir hale getir­meye çalışmıştı. 1908'de ilk uluslararası yıllık toplantı yapıldı. İlk periyodik psikanalitik ya­yın 1909'da yayınlandı; yayınevi ise 1918'de ku­ruldu. Freud, varlığın sürekli olup olmayacağı konusundaki belirsizlik hakkında gerçekçiydi. 1912'de hareketin sonrasıyla ilgilenmek üzere altı sadık müridine gayrıresmi ve gizli bir ko­mite kurdurdu.

I923'de çene kanserine yakalandı, çenesine konulan protez nedeniyle konuşması güçleşti, kendisine uygulanan ağrılı tedaviler enerjisi­nin büyük bölümünü almaya başladı. Fakat yi­ne de ölümünden birkaç hafta öncesine kadar yazmayı ve hasta görmeyi ısrarla sürdürdü. 23 Eylül 1939'da Londra'da öldü.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.