Post-yapısalcılık
Post-Yapısalcılık
Post-Yapısalcılık, Suaussure’ün temellerini attığı yapısalcı dilbilime bir karşı çıkış olarak kendini göstermiştir.
Sarup, Post-yapısalcılık ve Postmodernizm adlı yapıtında, Derrida, Foucault, Lacan, daha yakın dönemde ise Deleuze, Guattari, Lyotard ve son olarak Baudrillard’ın düşüncelerini inceleme altına alır.
Bu sayılan isimlere ek olarak, üç Fransız feminist olan, Kristeva, Cixous ve Irigaray’ın düşünceleri post-yapısalcı açıdan incelenir.
1960’larda Fransa’da ortaya çıkan ve yayılan, post-yapısalcılığın, Strauss, Lacan ve Barthes, Foucault gibi isimlerin çalışmalarıyla bu alana farklı açılardan önemli katkılar sunduğu açıktır.
Sarup, hem yapısalcıların hem de post-yapısalcıların ‘tarihselciliğin eleştirisi’ni yapmak konusunda ve tarihin içerisinde bir baştan öbür başa belli bir bütün bulunduğu görüşüne pek sıcak bakmadıklarını ifade eder. (Sarup 2004, 10)
Sarup, genel bir karşılaştırmada bulunurken, Saussure’ün, her göstergenin anlamsal değerinin yalnız dilin yapısı içindeki konumuna bağlı olarak kazanıldığı düşüncesini hatırlattıktan sonra, post-yapısalcılıkta genellikle gösterilenin önemi azaltılarak gösterenin başat kılınmasını vurgular. Lacan’ın “gösterilenin gösterenin altından hiç durmadan kaydığını” söylediği düşünceyi örnekler. Derrida daha ileriye giderek, dilin dışında herhangi bir göndergeyle belirlenebilir bir ilişkisi olmayan, havada uçuşan yalın bir gösterenler dizgesi olduğuna inanır. (Sarup 2004, 11)
Yine Sarup, yapısalcılığın doğruluğu metnin “arkasında” ya da “içinde” görürken, post-yapısalcılığın okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik olarak gördüğünü belirtir. (Sarup 2004, 12)
Bu nedenle post-yapısalcılık, durağan gösterge birliğine inanan Saussure’cü görüşe, son derece eleştirel yaklaşır. Post yapısalcıları harekete geçiren şey, sözcüklerin ve göstergelerin, dilbilimsel incelemelerin dışında da bir anlama sahip olmalarını düşünmeleridir.
Holllinger, Fransız yapısalcılığının, post-yapısalcılığının ve postmodernizminin temel bir karakteristiği olan insanın ölümü ve öznenin merkezileştirilmesinin politik, hatta ideolojik bir temeli vardır saptamasında bulunur. (Hollinger 2005, 135) Buna bağlı olarak, Levi Strauus, Althusser ve Lacan’ı post-yapısalcılık bağlamında inceler.
Yapısalcılar, toplumsal ve yapısal güçlerin sonucu olduğu düşünülen katı, nesnelci bir insan davranışı anlayışı doğrultusunda oluşan, nesnel, doğal bir düzene bütün hayatımız boyunca yabancılaşmış ve buna karşı tepkisel bir bakışa mahkûm olduğumuzu ortaya koyarlar. Postmodernizm ise, bütün bunları reddederek, modernite bağlamında, kötümserlik ve iyimserlik çarkını kırmaya gereksinim olduğunu belirtirler. (Hollinger 2005,141)
Post-yapısalcılığın ne olduğunu belirleyebilmek için modernite, postmodernite, modernlik ve postmodernliğin kavramsal tanımlamalarını yapmamız gerekir.
Modernlik tasarısının, on sekizinci yüzyılda yaşayan Aydınlanma filozoflarının nesnel bir bilim, ahlak, evrensel yasa, özerk bir sanat geliştirme amacı güden çalışmaları ile biçimlendiği söylenmektedir. (Sarup 2004, 205)
Ortaya çıkan sonuçlar ise, İkinci Dünya Savaşı ile beraber Aydınlanmanın umut ve ideallerinin tam tersi şekilde gelişmiştir.
Postmodernliğin, tümcül bir siyaset yerine, çoğulcu ve açık bir demokrasi, üzerinde durduğu görülmektedir. (Sarup 2004, 187)
Hollinger modernitenin, endüstrinin, kentlerin, pazar kapitalizminin, burjuva ailesinin doğuşunun, demokratikleşmenin ve toplumsal yasakoyuculuğun güç kazanması anlamına geldiğini söyler. (Hollinger 2005, 45)
Sarup, modernizmin klasisizme bir tepki olarak geliştiğini, yüzeydeki görünüşün ardında gizli doğruyu bulma amacının üzerine önemle gittiğini vurgular. Edebiyatta, Joyce, Kafka, tiyatroda Pirendello, Strinberg’i bu doğrultuda örnekler. (Sarup 2004, 187)
Sarup, Lyotard’ın Postmodern Durum adlı yapıtında modern çağın meşrulaştırıcı söylemlerine, ‘büyük anlatılara’ kesin bir dille saldırdığını belirtir. (Sarup 2004, 189)
Postmodern durum olarak belirlenen toplum yapısının “medya toplumu, tüketim toplumu, gösteri toplumu, sanayi sonrası toplum” şeklinde adlandırılmaları oluştuğu görülür. (Sarup 2004, 189)
Post-yapısalcılık ile ilgili incelemesinde Sarup ilk olarak, Lacan’ı ele alır. Lacan bilinç dışının da dilinkine benzeyen gizli bir yapısı olduğu düşüncesi üzerinde durulur. Lacan dil olmadan insan öznesinin olamayacağına ama öznenin de yalnızca dile indirgenemeyeceğine inanır.
Derrida ve Lacan, gösterilenin başka bir şeyin yerine konulabildiğini, her gösterilenin kendi kapasitesi doğrultusunda gösteren işlevi görebileceğini ısrarla vurgular. (Sarup 2004, 23)
Post-yapısalcı incelemelerinde Derrida, Strauus’un çalışmalarını ele alarak, onların sözmerkezci olarak nitelendirir. Daha sonra Saussure’ün Genel Dilbilim Dersleri adlı yapıtını eleştirerek, geleneksel gösterilen ve gösteren kavramlarının sesmerkezci-sözmerkezci olduğunu ileri sürer. (Sarup 2004, 63–64)
Başka yazı formları icat edinceye kadar sözmerkezcilikten kurtulunamayacağı ve Derrida için Joyce’un romanlarınının bu türden paradigmanın bir örneği olduğu söylenir. (Hollinger 2005, 167)
Sarup, incelemesinde, Foucault’un, insanı anlamaya yardımcı olan kimi kavramları yapısöküme uğratmaya çalıştığını söyler. Foucault’nun, dünyayı tüm yönleri ile açıklamaya çalışan her türlü kuramsallaştırmaya karşı çıkmasını, post-yapısalcı bakışın temel niteliklerinden biri olarak ele alır. (Sarup 2004, 89–90)
Guattari, Deleuze, gibi düşünürler ise, post-yapısalcı olarak beliren düşünce sistematikleri ise, daha çok Marks’ın ve Freud’un düşüncelerine saldırarak şizoanaliz denilen bir kuram ortaya atarlar. Freud ve Marks’tan alınan, “arzu”, “üretim” ve “makine” kavramlarını yeni bir düşünce içerisinde bir araya getirerek bizlerin arzulayan makineler olduğumuz dile getirirler. (Sarup 2004, 137)
Freud’un oidipus kompleksine karşı düşünceler ileri sürerler. Bu düşüncelerin evrensel olarak varsayıldıkları ancak, herhangi bir yorumlamanın sonuçlarının ilerleme sürecine bakılarak bilinebileceğini belirtirler. (Sarup 2004, 139)
Post-yapısalcılığın parçalılık düşüncesinden yola çıkarak gerçeği de sorgulayıp parçalara ayıran Baudrillard bu alanın önemli bir ismi olarak öne çıkar.
Baudrillard ve Jameson ise, birbirlerinden farklı olarak, televizyon, video ve film üzerine çeşitli görüşler ortaya atarlar.
Jameson’a göre, televizyon ve video, kendi biçimleri gereğince, yalnızca modernist estetik örneklerin hegemonyasına değil, aynı zamanda dilin çağdaş tahakkümüne başkaldırıyı da temsil etmektedir.
Baudrillard ise, enformasyon toplumunda, bilginin işlevini ve gerçekliğini sorgulamaya açarak, televizyon, sinema gibi kitle iletişim araçlarının kapitalist sistem tarafından belirlenen kodlamalar zinciri olduğunu belirtir.
Postmodern video üzerine Jameson’ bu tür araçların radikal özellikler taşımakla dilin egemenliğine meydan okuduklarını düşünür. Ona göre Video, geç kapitalizmin bir ürünüdür. (Connor 2005, 249)
Post-yapısalcı düşünce bağlamında değerlendirilen diğer isimler ise feminist eleştirmenler, Kristeva, Cixous ve Irigaray dir. Her üç kuramcı da, kadın sorununu, Lacan ve Derrida’nın ortaya attığı post-yapısalcı söylemler üzerinden geliştirmeye ve açımlamaya çalışır.
Cixous, toplumsal yapıda süregelen ataerkil yapının söylenlerini ortaya çıkarmaya çabalamıştır. Ve bunu göstermek için zaman zaman mitolojik unsurlara başvurmuştur.
Sarup, düşünürün tiyatro ile olan ilişkisini incelemeye alır. Cixous tiyatroyu, şiirin hala kamusal ve kuttörensel biçimler içerisinde yaşamını sürdürebildiği bir uzam olarak duyumsamaktadır. Tiyatronun geçmişine feminist bir okuma ile yaklaşır. Tiyatro tarihinin kadını sürekli nesneleştirmiş olduğunu vurgular. Oyunları genel olarak, temelde kadının ataerkil kültürle olan ilişkisi üstüne yoğunlaşmış olması yazarın feminist eleştirel yöntemi kullanmasının en önemli göstergesini oluşturur. (Sarup 2004, 166–167–168)
Sarup’a göre, İrigaray’ın temel amacı da ataerkilliğin felsefeye olan yansımalarını araştırmaktır.
Kristeva, kadına ve feminizme ilişkin konular dışında, cinsellik ve dişilik gibi konularla da yakından ilgilenmiştir. Ayrıntılı olarak incelendiğinde, çalışmalarının temel ilgisini dil, doğruluk, ahlak ve aşk konularının oluşturduğu görülür.
Feminizm ve Postmodernizm arasında oluşan ilişki konusunda Conner, Postmodernist Kültüradlı yapıtında kadını, bedenin zihin, doğanın kültür, gecenin gündüz, deliğin akıl karşısında oluşan ataerkilliğinin ötekisi olarak ele alır. Jardine ve Kristeva’nın feminist eleştirinin marjinalliğini savunduklarını belirtir.
Post-yapısalcılığın tiyatro alanındaki yansımaları Connor, Postmodernist Kültür adlı yapıtında açımlamaya çalışır.
Connor, dramayı melez bir biçim olarak tanımlar. Teatrellik koşulunu postmodernizm tartışmasına girenlerin kafasını en meşgul en konulardan biri olduğunu söyler. Teatrellik, kendi dışında ya da kendisi olmayan koşullara bağımlı olan sanat ürünündeki kirlenmenin adıdır. Bu incelemesinde, Patris Pavis, Antonin Artaud gibi düşünürlerin fikirleri üzerinden tanımlamalara girişir. Artaud, tiyatronun metnin egemenliğinden sıyrılıp, asıl teatral olan ışığın, hareketin ve jestin öne çıkması gerektiğini savunur. Artaud’un gerek kuramsal gerekse uygulama alanındaki düşüncelerine karşı Brecht epik diyalektik tiyatro anlayışını ortaya koyar ve aslında modernist anlatı geleneğini devam ettirir. Robert W. Corrigan, postmodernist tiyatroyu, her türlü geleneksel dramatik tutarlılığı, coşku ile ortadan kaldırması ile açıklar. Derrida ise, Artaud ile başlayan teatral yönelişin ve vahşet tiyatrosunun gerçekte olanaksız olduğunu düşünür. Artaud üzerine Lyotard, onun kullandığı tiyatro etmenleri ile yapılacak olan bir sahnelemeyi savunur. Philip Auslander ise, geleneksel tiyatronun dil ve deneyimiyle basitçe ilişkisini kesen radikal bir tiyatroyu savunur. (Connor 2005, 189–209)
Sonuç olarak post-yapısalcılık, yapısalcılık olarak ortaya çıkan dilbilimsel ve göstergebilimsel çalışmaların, öncelikle gösterilen ve gösteren arasındaki ilişkinin yeniden ele alınması ile ortaya çıkıp gelişmiştir. Lacan psikanalitik açıdan yaptığı incelemelerle söylenceleri tekrar çözümlemiştir. Derrida ise yapısöküm olarak adlandırdığı yöntemi ile metinleri çözümleyerek yüzeyin altında yatan gerçeğe ulaşmaya çalışmıştır. Fransız feministleri de bu doğrultuda incelemelerde bulunmuşlardır. Foucault ise tarihe post-yapısalcı açıdan yaklaşarak, modernist ilerlemeci tarih anlayışını yargılamıştır. Deleuze, Guattari, Lyotard, Jameson ve Baudrillard ise postmodernist felsefe bağlamında yeni düşünceler ortaya atmışlardır.
Tiyatro alanında, yapılan çalışmalardan ortaya çıkan ise, tiyatronun kapalı biçim bir yapı olarak incelenmesine karşı açık bir yapıt olarak değerlendirilmesi yapılmıştır. Teatrelliğin sahlemede çok farklı göstergelerin oyuna uygulanmasını sağlaması ile gelişen bir tiyatro anlayışı ortaya çıkmıştır. Örneğin Tom Stoppard gibi oyun yazarlarının dili, oyun kavramı doğrultusunda ele alarak postmodern bir biçimde oluşturdukları görülmektedir.
Hiç yorum yok