Panenteizm
PANENTEİZM (Çift kutuplu Kamu-Tanrıcılık ya da Diyalektik Tanrıcılık)
İngiliz düşünürü White Head’e göre, Tanrı’nın her türlü değişmenin ötesinde değişmez bir niteliği ve bunun yanında bir de değişen ve oluşan bir niteliği vardır. Tanrı değişmeyen yanıyla devinimi başlatmıştır ve Evrenin bilincindedir. Ancak Tanrı bu konumda kalmış olsaydı, ilk devindirici, özgür, öncesiz ve yetkin olarak kalacak ama varoluşa katılmamış olacaktı. Diğer niteliği ile ise Tanrı, değişme ve oluşma sürecinin içinde ve bilincindedir. Bu nedenle Tanrı’nın evrende içkin (evrenin maddesine karışmış-içinde bulunan) olduğunu söylemek de doğrudur. Evrenin Tanrı’da içkin olduğunu söylemek, Tanrı-Evren ilişkisinin karşılıklı olduğunun farkına varışın göstergesidir.
Süreç felsefesi olarak da ifade edilen ve White Head’le başlayan bu akıma Panenteizm ya da Diyalektik teizm denir. Panenteizme göre Tanrı, hem değişmeyen (mutlak), hem de değişen (göreli) dir. Hem zamanın içinde, hem dışında, hem sonlu, hem de sonsuzdur. Aynı zamanda hem tikel hem tümel, hem neden hem sonuçtur.
Hartshorne Tanrı’nın bir soyut bir de somut iki yüzü olduğunu söyler. Soyut niteliğiyle Tanrı, mutlak, etkilenmez, erişilmez ve değişmezdir. Somut yanıyla ise etkilenir ve değişir. Tanrı bu iki niteliğinde de yetkindir. Ancak bu yetkinlik klâsik Teizmdeki gibi değildir. Oradaki yetkinlik değişmeyen donmuş bir yetkinliktir. Buradaki yetkinlik değişir, ancak bu değişme tanrısal bir değişmedir. Yani yetkinliğe doğru değil, yetkinlik içinde bir değişmedir. Bu tanımla Panenteizm, hem Deizmden hem de Panteizmden ayrılır.
Özet olarak; Panteizm ile Panenteizm arasında önemli bir fark vardır. Panteizmde her şey tanrıdır. Panenteizimde ise, her şey Tanrı’dan sudur etmiştir (oluşmuştur). Ruhun tek amacı, oluştuğu Tanrı’ya dönmektir. Bunun da yolu tek evrensel yasa olan evrim/tekamül den geçmektir.
Philip Clayton, fikirlerin beyinde ve davranışlarımızda değişimlere neden olduğunu söyleyerek, zihinsel olayların nöron örnekleri üzerindeki etkilerde yukarıdan-aşağıya nedenselliği savunur. O, sinirbilim tarafından kavranıldığı gibi, zihinsel olayların fiziksel olaylara bağımlı olduğunu tamamen kabul eder. Clayton, zihin-beden ilişkisini, panenteizm olarak adlandırdığı Tanrı-alem ilişkisinin bir benzetmesi olarak kullanır.
Panteizm Tanrı-alem özdeşliğini, teizm ise aşkın Tanrı-alem ayrılığını savunurken, panenteizm, daha çok Tanrı’nın alemde, alemin ise Tanrı’da olduğunu iddia eder. Bu görüş, içkinlikle aşkınlık arasında bir dengeyi temsil etmektedir. “Benim savunduğum panenteizme göre, bedenimiz üzerindeki hareketimize benzer bir biçimde, Tanrı da alemin herhangi bir yerinde hareket edebilir. Aynı zamanda Tanrı alemden aşkındır ve fiziksel alem yok olduktan sonra da varolacaktır.”
Panenteizm, Tanrı’yı alemden ayırmak için uzaysal metaforlar kullanır, fakat Clayton, uzaysal ayrımın değil, zorunlu varoluşla yetkin varlık arasındaki karşıtlığın önemli olduğu üzerinde ısrar eder.
Panenteizme daha yakın olan bir benzetme, alemin Tanrı’nın bedeni olarak görülmesidir. Grace Jantzen; Kitab-ı Mukaddes, çağdaş psikoloji ve felsefeye dayanarak psikosomatik bir birlik şeklindeki bütüncül bir insan anlayışını savunarak klasik zihin-beden ikiliğini reddeder. Jantzen’e göre, cisimsiz ruh şeklindeki klasik Tanrı anlayışı, ebedi biçimlerin geçici maddenin bir alt alanıyla çatıştığını, Tanrı’nın ise değişmez olduğu için maddi olamayacağını savunan Hıristiyan Platonizmi’nin bir ürünüdür.
Fakat Tertullian gibi çok az kilise papazı, Stoisizm panteizmini ve determinizmi reddetmesine rağmen Tanrı’nın tecessüm ettiği şeklindeki Stoik iddiayı kabul etmiştir.
Jantzen, Tanrı’yla insanlar arasında önemli farklılıklar olduğunu kabul etse de, bunun cisimsizlik bağlamında değil, Tanrı’nın yetkin tecessümü olarak ifade edilmesinin daha uygun olacağını iddia eder. Biz, düşüncelerimizin, duygularımızın ve bedenimizdeki birçok olayın farkındayız; fakat, farkında olmadığımız olaylar da vardır (mesela, iç organlarımızın hareketi). Tanrı ise, evrendeki tüm olayların doğrudan ve aracısız bilgisine sahiptir. Her yerde bulunması hasebiyle Tanrı, bizim yaptığımız gibi sınırlı bir açıdan değil, tüm açılardan algılamaktadır. Bu yüzden Tanrı, sinirsel bir sistemin benzetmesine ihtiyaç duymaz.
Tanrı, insan bedeninin birçok sınırlamalarından münezzeh olmasına rağmen, herhangi bir bedenin varlığı sınırlamaları gerekli kılar. Fakat Jantzen, Tanrı söz konusu olduğunda, bunların ihtiyari kendini-sınırlamalar olduğunu iddia eder.
Tanrı şimdiki evreni yok edip yerine farklı bir şey inşa edebilir; bu alem olmadan da Tanrı varolabilir, fakat herhangi bir alem olmadan yapamaz. Tanrı, ihtiyari olarak tüm yaratıklara yeteri kadar bağımsızlık ve özerklik vermiştir. Bu noktada Jantzen, Tanrı’yla alemin “tek gerçeklik” olduğunu söylemekle kendilerinden ayrılmasına rağmen, daha önce tartıştığımız Tanrı’nın kendi-sınırlamasını savunanlara benzemektedir.
Whitehead’e göre Tanrı, alemdeki olaylardan etkilenir. Süreç felsefesinin temel kateforileri (zamansallık, etkileşim ve karşılıklı ilişki) Tanrı’ya da uygulanmaktadır. İlahi tecrübenin alemden bir şeyler alarak ve ona katkıda bulunarak değişmesi anlamında Tanrı zamansaldır. Tanrı’nın amaçları ve karakteri ebedidir, fakat olaylarla ilgili bilgisi, olayların ortaya çıkışıyla değişir. Tanrı, verilerin bir parçası olmak suretiyle yaratıkları etkiler.
Tanrı aleme karşı son derece duyarlıdır. Yaratıcı olarak Tanrı, kutsal metnin rasyonel ilke ve ilahi Söz anlamındaki logos kavramıyla özdeşleştirilebilecek düzen ve yeniliğin ilk kaynağıdır. Duyarlı olarak Tanrı, zamansal ve alemden etkilenmiş durumdadır. Süreç görüşü, belirli ilahi inisiyatiflere müsaade etmektedir. Eğer Tanrı her bir yeni varlığa özel imkanlar sağlıyorsa, bir olay tam olarak değil, fakat belli ölçüde Tanrı’nın bir fiili olabilir.
Cobb ve Griffin’e göre, insanlık alanında Tanrı, varolan kültürel gelenekler dahil olmak üzere geçmişe dayanmakta ve her zaman birey ve toplulukların özgür karşılıklarına bağımlı olmaktadır.
Tanrı herkesi eşit ölçüde sever, fakat bu sevgi bir birey veya topluluğa nazaran diğerinde daha kesin olarak açığa vurulabilir.
Bana kalırsa, Tanrı’nın alemde bulunmasına dair süreççi anlayışın en yakın karşılığını kutsal metnin Ruh telakkisinde bulabiliriz.
Süreç düşüncesinin bir diğer temel özelliği, varlıklar arasındaki ekolojik bağıntıyı kabul etmesidir. Ruh-beden ayrımı ve insanla insan-olmayan arasında kesin bir ayrım söz konusu değildir.
Farklı insan karakterlerinin bulunmasına rağmen, insanlığın da diğer varlıklar gibi yaşamın bir parçası olmasından dolayı insan-merkezcilikten kaçınılmıştır.
Süreç teizmi, insan zafiyetini ve geçmişten alınan biyolojik ve sosyal yapıların empoze ettiği sınırlamaları kabul etmesinin yanı sıra, Tanrı’nın amaçlarına katkıda bulunma sorumluluğumuzu ciddi bir biçimde desteklemektedir. Biz, tamamlanmamış bir evren ve Tanrı’nın sürekli çalışmasına iştirak ederiz. Tanrı bize, özgürlük, adalet ve sevgiyi hatırlatmaktadır. Zaman, tarih ve doğa onaylanmak durumundadır, çünkü bunlar Tanrı’nın amaçlarının daha ileri götürülmesi için vardır.
“Eril” ve “Dişil” Nitelikler. Klasik Tanrı anlayışında, büyük ölçüde kültürümüzün “eril” olarak düşündüğü güç, rasyonellik, bağımsızlık ve duyarsızlık gibi değerler ağırlıktaydı. Süreççi düşünürler ise tersine, Tanrı’ya, kültürümüzün “dişil” olarak gördüğü terbiye, duyarlılık, etkileşim ve sorumluluk gibi değerler atfeder.
Deizmin aksine, süreç düşüncesi, olağanüstü derinlik ve açıklıkla özel şartlar altında Tanrı’nın amaçlarını açığa vuran fiiller dahil, alemde Tanrı’nın sürekli fail olduğu görüşünü savunmaktadır. Böyle bir yaklaşım, hem mutlakçı saldırganlığının hem de rölativist belirsizliğin bir alternatifi olarak, dünya dinleri arasında bir diyalog kurulmasını teşvik edebilir. Biz, belirli bir topluluk içinde kökleştiğimizi kabul etmeli, fakat bunun yanında da diğer toplulukların tecrübelerine açık olabilmeliyiz.
Neticede, bilimsel ve dini anlayışları bir araya getiren Diyalog ve entegrasyonun, Çatışma ve Bağımsızlıktan daha ikna edici yöntemler olduğuna inanıyorum. Monarşik Tanrı modelinin temsil ettiği sorunlara karşın, çağdaş bilimdeki spesifik görüşlerin kullanımının, Tanrı’nın enformasyon iletici ve öz-oluşumcu bir sürecin düzenleyicisi ve hamisi şeklinde algılanmasına yeni imkanlar yaratmasını heyecan verici buluyorum. Tanrı’nın kendisini sınırladığı yönündeki görüşlere sempati duyuyorum.
Kuantum belirsizliklerinin belirleyicisi ve yukarıdan-aşağıya neden şeklindeki Tanrı anlayışlarının sistematik gelişimlerini de takdir ediyorum.
Tüm modeller sınırlı ve kısmidir ve hiçbirisi gerçekliğin tam ve uygun bir resmini çizemez. Alem değişiktir ve bu değişik görünümleri bir model diğerine göre daha iyi temsil edebilir. Tanrı’yla şahıslar arasındaki ilişki, yıldız ve kaya gibi şahıslaşmamış nesnelerle arasındaki ilişkiden farklıdır.
Panenteizm ve Spinoza
Fikirleri en çok çarpıtılan, yanlış değerlendirilen bir düşünür de Spinoza’dır. Belki de batı felsefe tarihinde Spinoza kadar nefret edilen bir başka düşünür yoktur. Bu nedenle onun görüşleri yanlış olarak değerlendirilmiştir. Çünkü Batı anlayışına çok yabancı olan bir yaklaşım sergilemiştir ve bu kadar tepki görmesi, Batılı bir düşünür olmasındandır, yoksa farklı bir kültürden olsaydı bu kadar tepki görmeyebilirdi. Buradan da hareket ederek Spinoza’nın yanlış değerlendirilmesinde bir husus daha ortaya çıkar. O da etkilendiği, İslam düşüncesidir. Bu etki genellikle görülmezlikten gelinir ve Spinoza değerlendirilirken aldığı çeşitli etkiler dile getirilirken bu gündeme getirilmez. Bu da Spinoza’nın görüşlerinin eksik ve yanlış değerlendirilmesine yol açar. Spinoza, değerlendirilirken bu hususa, özellikle vahdet-i vücut anlayışına, dikkat edilmelidir.
Spinoza’yı değerlendirirken öncelikle onu “Tanrı aşığı” olarak adlandırabiliriz. Ancak Spinoza uzun zamanlar boyunca “ateist” olarak tanımlanıp lanetlenmiştir. Onun Tanrı ve varlık anlayışını önyargılarla, belirli kılıflarla değerlendiren düşünürler, doğal olarak yanlış anlamışlardır. Belki de bunun altında, farklı bir yaklaşıma karşı gelme de olabilir. Özellikle onun madde ile ilgili olan düşüncelerini Tanrıyla ilişkilendirmesi tepkilere neden olmuştur. Ve tabi irade- özgürlük gibi konularda ortaya koyduğu görüşler de bunda çok etkili olmuştur. Ancak biz bu çalışmamızda irade- özgürlük anlayışından ziyade, Spinoza’nın Tanrıyı ontolojik olarak incelemesinde kısaca bakacağız.
Spinoza’nın yanlış değerlendirilmesinin bir nedeni de onun felsefesi ile yapmak istediğinin anlaşılamamasından olabilir. Bu nokta üzerinden hareketle onun görüşleri daha iyi değerlendirebilir. Bize göre Spinoza bir hayat felsefesi geliştirmeyi amaçlamaktadır. Onun felsefesinin temel amacı, bilgiye dayalı bir yaşamı ortaya koymaktır. Bunu temel eseri olan Etika’nın ilk iki bölümünü ontoloji ve epistemolojiye ayırmasından anlayabiliriz. Spinoza gerçekçi bir tavır içerisinde insanın nasıl daha kaliteli yaşanacağı üzerinde durmuştur. Kaliteli, ahlâklı bir yaşamın temelinde bilgiyi görür. Bu bilgi Tanrının bilgisidir. Spinoza’nın fikirlerinin ana eksenini Tanrı anlayışı oluşturur. Onun Tanrı anlayışının yanlış anlaşılması, yorumlanması, tüm sisteminin çöküşü demektir.
Ona göre Tanrı anlayışı “temel”dir. Tanrı bütün varlığa içkindir. Varlık, Tanrı’nın bir tezahürüdür. Varlık Tanrı’dan yarı değildir, ve Tanrı’dan ayrı olan bir şey yoktur. Tanrı “sonsuzdur.”Her şey Tanrı ile açıklanmaktadır. Maddi olan da tinsel olan da… Madde/ uzam Tanrı’nın sonsuz sıfatlarından biridir. Bu görüşünden hareketle, Spinoza’nın varlık anlayışını anlatılırken, o hep panteist olarak değerlendirilmektedir. Yani tabiatla Tanrı’nın aynı şey olduğunu savunduğunu iddia ederler. Böyle bir anlamlandırma Spinoza felsefesine ne kadar uymaktadır? Şimdi bu hususu incelemeye çalışalım.
Bu konuyu incelemeden önce kısaca, mevzunun kavramsal çerçevesini kısaca bakalım. Değerlendirmelerimiz bu kavramsal çerçeve içerisinde olacaktır.
Önce kavramların tanımını daha detaylı ele alalım:
Panteizmin Kavramsal Açıklaması
Panteizm, panteos kavramından türetilmiştir. Panteos Yunanca istiğrak edatı olan, her şey manasına gelen Pan ve Allah manasına gelen “Theos” kelimelerinin birleşiminden meydana gelmiş bir sözcüktür. Panteos sözcüğüne “-izm” ekinin ilave edilmesi ile meydana gelen panteizm bir felsefî sistemin adı olmuştur. Panteizm kavramı, Doğatanrıcılık, Tümtanrıcılık gibi isimlere karşılık olarak kullanılmıştır.
Panteizm çeşitli şekillerde tanımlanmakla birlikte temelde uzlaşılan nokta bu sistemin Tanrı- alem münasebetinde ortaya çıkan ikiliği çözmeye yönelik olduğudur. Bu çerçevede panteizm, “Her şey odur” ifadesi ile karşılanmaktadır. Yani panteizmde ne sonlunun sonsuzda ne de sonsuzun sonluda yok olması söz konusu değildir. Bu bilgiler ışığında panteist anlayışı şu şekilde tanımlayabiliriz:
“…Tanrı-alem ikiliğini kaldıran, Tanrı’nın her şeyi ihtiva ettiğini, hatta onun her şey olduğunu, dolayısıyla ne tabiatın ne de insanın müstakil varlıklar gibi görülemeyeceğini; onların sadece varlığın farklı tarzlardaki açılımlarından ibaret olduğunu ileri süren dini ve felsefî bir doktrindir.”
Aslında tanımdaki içeriği ele aldığımızda Tanrı’nın her şeyi ihtiva etmesi anlayışına teizmde de rastlamaktayız. Ancak son noktada panteizm, evreni Tanrı ile özdeş kıldığından tezimden ayrılmaktadır; tanımı çok genişletemediğimiz sürece teizm ile panteizmin aynı şeyler olması tehlikesi ile karşılaşmayız. Ayrıca şu da belirtilmelidir ki panteizm, monist bir sistem olmakla birlikte her monist sistemi panteizm olarak görme yanlışına da düşmemek gerekir. Nitekim ateist maddecilik ya da monist ruhçuluk da birer monist sistem olmakla beraber onları panteizm olarak niteleyemeyiz.
Panteizmde önemli olan alem ve Tanrı gibi iki ayrı varoluşun olmadığını görebilmektir. Ontolojik olarak varolan tek bir şey vardır ve onun iki ayrı görünüşü söz konusudur. Allah ile tabiat, iki bağımsız varlık değil tek bir vücuttur. Ferit Kam’ın ifadeleriyle hakiki varlık ne sonsuzdadır ne de sonlu da. Belki onların ezeli, zaruri, ayrılması imkansız olan belirlemelerindedir. Özel olarak, bir yerde çoğalmış bir birlik, bir yerde birleşen çokluk görülür. İşte panteizmin esası budur.
Panteistlere göre her şey Tanrı’da içkin halde varolduğundan canlı ya da cansız varlıkların ve fertlerin Tanrı’nın doğasından bağımsızlığı söz konusu edilemez. Onlar Tanrı’nın salt birer görünüşünden ibaret olup tam manası ile Tanrı’nın varlığından zuhur etmişlerdir.
Panenteizmin Kavramsal Açıklaması
Panenteizm, panteizmin “Her şey Tanrı’dır.” şeklindeki ifadesini “Her şey Tanrı’dadır.”a dönüştürmüştür. Bu düşünceyi savunanlara göre her şey Allah’tadır. Ancak her şey Allah’ta mevcut olmakla birlikte bu her şeyde uluhiyetin varolduğundan söz edilemez. Tanrı alemin dışında bir aşkınlığa sahiptir, onunla birlikteyken. Hem zamanın içindedir hem dışında; hem değişendir hem de değişmeyen. Mehmet Aydın’ın ifadeleri ile bu söylenenler bağlamında panteizmde çift kutuplu ulûhiyet anlayışı ortaya çıkmaktadır.
“Sözgelişi, süreç (proses) felsefesinden yola çıkan düşünürlerin uluhiyet anlayışları genellikle zaman zaman ‘çift kutuplu deizm’ veya ‘diyalektik teizm’ gibi terimlerle adlandırılmaktadır. Özellikle bu son iki terim “pan-enteizm” terimi ile “panteizm” teriminin yazılışlarından dolayı birbirine karıştırılması yüzünden tercih edilmektedir.”Bu bağlamda panenteizm Tanrı’yı soyut, mutlak ve değişmez gibi yönleriyle evrenin üstünde, somut, göreli ve değişen yönleri ile de evrenin içinde görür.
Spinoza’nın kavramsal çerçevesini dikkate aldığımızda onun felsefesinin yanlış kavramsal çerçeveye oturtulduğunu açıkça göreceğiz.
Spinoza Panteist midir Yoksa Panenteist midir?
1- Öncelikle Spinoza’nın, “kendi cinsinde sonlu” kavramına bakalım. Dikkat çekici bir biçimde Spinoza Etika’ya başlarken ilk önce zorunlu varlıktan, kendi kendisinin nedeni olan varlıktan bahseder daha sonra kendi cinsinde sonlu kavramından bahseder. Şimdi bu tanıma bakalım:
“Sınırlı olan, yani kendisiyle aynı tabiatta başka bir şeyle sınırlanabilen bir şeye kendi cinsinde sonlu diyorum. Diyelim, cisim kendi cinsinde sınırlıdır, çünkü biz her hangi cismi tasarlarsak, tasarladığımızdan daha büyük cisim birinci cisimle aynı tabiatta olduğu için, cismin kendi cinsinde sonlu olduğunu söylemek doğrudur. Nitekim bir düşünce başka bir düşünce ile sınırlandırılmıştır. Fakat cisim düşünce ile ve düşünce de cisimle sınırlandırılmamıştır.”
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, cisimsel olan düşünceyi, düşünsel olan maddeyi etkileyemez. Dolayısıyla varlığı bunlardan herhangi birine indirgemek Spinoza felsefesinde mümkün değildir. Yani buradan tabiat eşittir Tanrı gibi bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Böyle bir tezi savunmak indirgemeci anlayışı savunmak olacaktır. Ve bu kendi cinsinde sonlu tanımına aykırı, yani Spinoza’nın anlayışına aykırı bir tutum benimsenmiş olacaktır. Bu anlayışın sonucunda varlığı açıklamak için bunlardan biri kullanılmak zorunda kalınacaktır ki, bu da yanlış bir anlayışa götürecektir. Çünkü bu ikisi birbirine indirgenemez.
2- İkinci olarak Spinoza cevherin sıfatlarının sonsuz sayıda olduğunu söylüyor. Yani varlık sınırlı değildir ve bizim bilmediğimiz şekillerde var olmaya devam eder. Tanrının sonsuz sayıda ve sınırlandırılamayan niteliklerini panteist diyerek sınır ve son konulmuş oluyor ki bu Spinoza felsefesinin özüne aykırıdır. Onu sadece tabiatla özdeşleştirmek, sonsuzluk anlayışına ters düşer. Çünkü böylece Tanrının özellikleri belirlenmiş ve sınırlandırılmış olur. Bu anlayışın sonucunda varlık, dolayısıyla Tanrı maddi olanla açıklanmaya başlanır ki, bu Spinoza felsefesinin iflasıdır. O bütünlüklü bir açıdan, bütün nitelikleri kapsayacak bir şekilde Tanrıyı ortaya koymuştur, bunlardan herhangi birinin tekeline bırakmamıştır.
Spinoza maddi olanın Tanrı’nın bir özelliği olduğunu söylüyor; ancak, maddi olmanın Tanrı ile aynı şey olmadığını akabinde dile getirir. Ancak maddi olanın, her şey gibi, Tanrıda olduğunu vurgular ve bunun altını çizer.
Bununla birlikte Tanrının sırf düşünsel bir şey olmadığını da vurgular. Eğer sırf tinsel olsaydı, gerçekliğin ispatı mümkün olmayacaktı. Onun varlığının gerçekliği söz konusu olmayabilirdi. Ayrıca maddi olanın da devreye girmesiyle onun gücü, görünüşü ortaya çıkmıştır.
3- Belki de onun panenteist olduğuna kanıt olarak öne sürülebilmesini sağlayan argüman 15.önermeden kaynaklıdır. Bu önermeye bakalım:
“Varolan her şey Tanrıda vardır ve Tanrı olmadan hiçbir şey var olamaz ve tasarlanamaz.”
Burada varolan her şey Tanrıdır demez, varolan her şey Tanrıdadır, der. Buradaki ayrım çok önemlidir. İstese, bilinçli bir şekilde bunu derdi. Ancak böyle bir şeyi iddia etmenin sonunda Tanrıya sınır koymuş olacağının farkındadır. Ayrıca Spinoza böylelikle cevherin/ Tanrının dışındakilerin ona bağlı olduğunu da dile getirmiş olur. Bunu şurada da görmekteyiz.
“…Tanrı dışındaki bir şey, varolmak için yalnızca Tanrı’nın yani cevherin yardımına, istemine gereksinim duyar.”
Spinoza Tanrı’nın gücü ya da hakikati derken kullandığı aynı mantıksal dille doğanın yasalarından söz edişini akılda bulundurmak gerekir. Doğada Tanrı’nın evrensel (tümel) yasalarını izlemeyen hiçbir şey olamaz. Bu düşünce, Tanrı’nın gücü ya da hakikati ile doğanın yasaları arasında oldukça yakın bir ilişki olabileceği fikrini uyandırıyor.
Bundan sonra Spinoza’nın şu düşüncesi de panenteist olduğunu desteklemektedir:
4- Tanrının özü varlığı kuşatır ancak varolanların tümünün varlığı Tanrının özünü kuşatmaz.
Bu düşüncenin sonucu olarak, Tanrı varolanların hepsinin toplamından daha farklı bir şeydir, diyebiliriz. Varolanlar, onun özünden çıkmakla beraber, onu tümüyle yansıtmaz. Varlık zaten Tanrının modusları, tavırları, görünüşleridir. Varlıkla Tanrı’yı aynı tutmak mümkün değildir. Dolayısıyla Tanrı tabiattır demek (yani panteisttir) demek tümüyle eksik ve yanlış değerlendirilmesidir.
5- “… Tanrı ile meydana gelen şeyler arasında gerek öz gerek varlık bakımından fark olmalıdır: çünkü her eser, kendi nedeninden, şüphesiz ona bağlı olması bakımından ayrılır.”
Buradan da anlaşılacağı üzere Tanrı ile yarattıkları aynı şey değildir. Bu ayrım çok önemlidir. Çünkü varlıkla Tanrının aynı şey olmadığını çok net bir şekilde vurgulamaktadır. Zaten varlık onun tavırlarıdır, yani onun yansıması, görünüşüdür ama yine de tam anlamıyla o değildir. Varlık onun özünü yansıtır, ancak Tanrının kendisi, Tanrının tabiatı ile aynı şey değildir.
Tavırlar teorisinde gördüğümüz gibi, sonlu tavırların olması durumu vardır. Bunlar Tanrının özünü yansıtan şeylerdir. Ancak tümüyle Tanrının tabiatı değillerdir. Burada sonlu olan bir şey olmasının ulaştırdığı sonuç Tanrının aşkınsal olduğudur. O hem her şey ondadır ancak o bütün bu şeylerden daha fazladır. Ayrıca o kendi kanunlarına tabiidir, yoksa başka bir şeye, yarattıklarına tabii değildir.
6- Bir diğer husus, Spinoza varlığı sonsuz bir aklın tasarımı olduğunu dile getirmesidir. Yani bu dünya bir tasarımdır. Sonsuz bir aklın tasarımı; yoksa bilinçsizce bir oluşum yoktur. Kendi kendini belirler, kendini oluşturur. Bu durumda onu tabiatla aynı tutmak onu bu özellikten mahrum etmektir.
7- Ayrıca bilgi teorisinde göreceğimiz gibi “tikellerin Tanrı’ca bilinmesi” vardır ki bu panteist anlayışla uyuşmaz. Panteist telakki içerisinde yer almaz. Çünkü burada Tanrı bir şahsiyet kazanmış olacaktır.
Bu verilerden hareketle Spinoza’ya panteist demek mümkün değildir
Hiç yorum yok