Mantıksal Pozitivizm

Mantıksal Pozitivizm

Mantıkçı pozitivizm (ya da mantıkçı ampirizm) akımının kökeni, 1920'lerde Viyana'da seminerler düzenleyen bir grup bilim adamı ve filozofun çalışmalarına dayanır. Bunlar arasında, bu seminerlerin yöneticisi olan Moritz Schlick (1882-1936) , pozitivistlerin en büyüğü diyebileceğimiz Rudolf Carnap (1891-1970) ve pozitivizmin en büyük propagandacısı Otto Neurath (1882- 1945) sayılabilir. Mantıkçı pozitivizm, aslında 1900'lerin daha geniş kapsamlı bir felsefe akımının bir parçasıdır. Bu yıllarda, çeşitli yerlerde, mantıkçı pozitivistlerden bağımsız, ama pozitivist görüşlere çok benzer görüşleri olan düşünce okulları ortaya çıkmıştır. 

ABD'de pragmacılık ve işlemselcilik (operationalism) İsveç'te Uppsala okulu, Berlin'de Hans Reichenbach (1891-1953) ve Carl Gustav Hempel'in (1905-) de içinde bulunduğu grup, bunlar arasında yer alır. Pozitivistler, İngiltere'den Bertrand Russell (1872-1970) ve Ludwig Wittgenstein'ı (1889-1951) kendi öncüleri olarak görmüşlerdir Mantıkçı pozitivizmin iki kuramsal çıkış noktası vardı. Bu akım ilkin felsefi spekülasyona, özellikle Hegelci metafiziğe bir tepkiydi. Bu pozitivistler, felsefi spekülasyonun herhangi bir bilimsel işlevi olmadığına inanıyor, bunun karşısına bilimsel deneyi çıkarıyorlardı. Onlara göre, Galileo ve Newton'dan bu yana doğa bilimlerindeki sürekli gelişmeye karşılık, metafizikte böyle bir gelişme görülmemişti. Gelişen ve deneylerden yararlanan, metafizik değil de bilim olduğuna göre, bunların arasında önemli bir fark olmalıydı. Bilimselliğin bir ölçütünü bularak, gereği olmayan metafizikten kurtulunabilirdi. 

İkinci olarak bu pozitivizm, belirli bir bilim dalına, yani fiziğe özgü bazı sorunların çözümüne yöneliyordu. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bir çeşit atomları ya da en temel parçacıkları varsayan bazı kuramlar önemli bir rol oynamıştı. Sorun, bu parçacıkların gerçekten var olup olmadığıydı. Çünkü bunları gözlemlemek olanaksızdı. Mantıkçı pozitivizmin babası sayılabilecek olan ve Viyana'da sırasıyla matematik, fizik ve felsefe profesörlüğü yapan Ernst Mach (1838-1916) , bu soruna kesin bir çözüm bulmaya çalıştı. Masalar, iskemleler gibi sıradan eşya dahil tüm nesnelerin görece değişmez nitelikte duyumlar karmaşasından ibaret olduğunu ileri sürdü. Mach'a göre, gerçekte nesne diye bir şey yoktu, yalnızca duyumlar vardı. Hayal görmekle gerçek nesneler görmek arasındaki fark şu şekilde açıklanabilirdi: Hayal görme halinde, tıpkı gerçek nesne1eri görme halinde olduğu gibi, art arda gelen bir duyumlar dizisi sözkonusudur. Ancak, hayal halinde bu dizi bir süre sonra kesilir. Duyumların kesilmeyip devam etmesi durumunda gerçek nesneleri görme söz konusudur. Dolayısıyla, hayal görmekle gerçek nesneleri görmek arasın- da «özce» bir fark yoktur. Yalnızca, duyumlar arasında işlevsel ilişkiler vardır. Benlik duygusu da böyle bir işlevsel ilişkiden başka şey değildir. Bu, elbette ki, bilimin varsaydığı tüm diğer şeyler için de geçerlidir. Böylelikle, atomların gerçekten var olup olmadığı sorusu ortadan kalkar ve yerini işlevsel ilişkileri olan duyumlar var mıdır sorusuna bırakır. Yani, Mach'a göre, atomların varlığı duyumlarımızın belirli bir düzeni izlemesinden başka bir 
anlam taşımaz.

DOĞRULANABİLİRLİK İLKESİ

Mantıkçı pozitivistler, Mach'ın her şeyin temelinde yer alan, verilmiş, pozitif bir şey bulunduğu görüşünü devraldılar. Bununla birlikte, mantıkçı pozitivistlerin hepsi, verilmiş olanı Mach'ın açıkladığı biçimiyle duyumlar olarak kabullenmediler, ama verilmiş-olanın, deneylerimizden geldiğini genellikle kabul ettiler. Yani, deneylerimizin nasıl edinildiği konusunda pozitivistler arasında farklı anlayışlar bulunuyordu. Bir önermenin doğru olup olmadığı, o önermenin ilişkin olduğu (ve öngördüğü) duyumların ortaya çıkıp çıkmadığına bağlıdır. Dolayısıyla, bir önerme duyumlara ilişkin değilse, o önermenin doğru olup olmadığı belirlenemez. Pozitivistlere göre, metafiziği bilimden ayıran ölçüt budur. Metafizik önermeler duyumlara ilişkin olmayan önermelerdir. Başka bir deyişle, doğru olup olmadığı belirlenemeyen önermeler, metafizik niteliktedir. Önermelerin metafizik nitelikte olması, anlamsız olmasıyla aynı şeydir Metafizik önermeler, duyumlara ilişkin değildir; ampirik önermeler ise duyumlara ilişkindir. Buraya kadar özetlediğimiz bu ölçüt, mantıkçı pozitivizmin ünlü doğrulanabilirlik ilkesidir. Doğrulanabilirlik ilkesi, çözümlemesel (analitik) ve bireşim- sel (sentetik-ampirik-) önermeler arasında kesin bir ayrıma, dayanır. Pozitivistlere göre, matematik ve mantık, çözümlemesel önermelerden oluşur. Doğrulanabilirlik ilkesi, ancak bireşimsel önermelere uygulanabilir. 
Doğrulanabilirlik ilkesi çeşitli şekillerde tanımlanmıştır:

- “...bir önermenin doğru olup olmadığını belirleme olanağı yoksa, bu önermenin bir anlamı yoktur.”(Waismann, 1930)'

- “...gerçek [= anlamlı] bir önermenin kesin olarak doğrulanabilmesi gerekir.”(Schlick, 1931)

- “Deneyin bir önermeyi olası kılması olanaklıysa [...] o önerme doğrulanabilir [= anlamlı] niteliktedir.(Ayer, 1935)

Görüldüğü gibi, yukarıdaki tanımlardan ilk ikisinde, bir önermenin doğruluğunun kesin olarak belirlenebilmesi koşulu aranırken, sonuncu tanımda yalnızca önermenin doğruluğunun olası olması koşulu aranmaktadır. Bu tanımlar; mantıkçı pozitivizmin genel gelişme çizgisini yansıtır. Doğrulanabilirlik ilkesini, giderek kesinliği zayıflayan koşullara bağlamak zorunluğu, zamanla doğmuştur. Bu zorunluğun nedenleri kolayca anlaşılabilir. Kesin ölçütler konmaya çalışıldığında, ölçütün neleri birbirinden ayıracağı konusunda her zaman belirsiz ve sezgiye dayanan bir anlayıştan hareket edilir. Pozitivistler anlamlı önermeler için bir ölçüt bulmaya çalıştılar. 


Bu ölçüte göre, bilimsel öner- melerin 'çoğu anlamlı olacak, ancak metafizik önermelerin hiç biri anlam taşımayacaktı. ~u önermeyi ele alalım: “Bütün cisimler Newton'un yerçekimi yasasına, bağlıdır.” Bu önermenin doğruluğunu kesin olarak belirlemek olanaksızdır; çünkü evrenin sonsuza değin varolacağını varsaydığımıza göre, tüm cisimlerin bu yasaya bağlı kalıp kalmadığını araştırmamız olanaksızdır. 

Ölçütün ilk tanımlarının verdiği talihsiz sonuç, hem metafizik önermelerin hem de bilimsel kuramların anlamsız hale gedmesiydi. Bu durumda mantıkçı pozitivistlerin çoğu, ölçütü değiştirmek yoluna gittiler. Ancak bazıları (örneğin Schlick) , ölçüte bağlı kalıp araçsalcılığı (instrumentalism) benimsediler. Bunlara göre, bilimsel kuramlar gelecekteki olayları kestirmeye yarayan birer araçtı; araçların da doğru olup olmadıkları değil, uygulanabilir ya da uygulanamaz olmaları tartışılabilirdi. Araçsalcı olmayıp, doğrulanabilirlik ilkesinin daha esnek tanımını seçenler de bazı güçlüklerle karşılaştılar. Metafizikçilerin çoğu spekülasyonlarını bazı gözlemlere dayandırmıyorlar mıydı? Doğrulanabilirlik ilkesinin esnek tanımı, bilimsel kuramları anlamsızlıktan kurtarıyordu, ama tüm metafiziği anlamsız kılmıyordu. Bu güçlükler zamanla, pozitivistlerin doğrulanabilirlik ilkesinin kesin bir tanımını aramaktan vazgeçmelerine yolaçtı. Ayer'in aşağıya aktardığımız şu açıklaması (1946) bu vazgeçişi belirtir:

“ [... ~ ve her ne kadar doğrulanabilirlik ilkesini yöntembilimsel bir ilke olarak savunmaya devam ediyorsam da, metafiziğin etkili bir şekilde elenebilmesi (tasfiye edilebilmesi) için, bu ilkenin, metafızik savların ' ayrıntılı ~özümlemeleriyle desteklenmesi gerektiğini de kabul ediyorum.”

TANIMLARDAN KARŞILANABİLİRLİK KURALLARINA

Mantıkçı pozitivistler, bilime karışan metafizik öğeleri saptamak ve bilimi bunlardan arındırmak yoluyla bilime yardımcı olmayı görev edindiler Bu görevin bir bölümü, yerleşmiş bilimsel kavramların gözlemsel terimler, yani doğrudan deneye ilişkin terimler (ya da önermeler) ile tanımlanabileceğini göstermekti. Eldeki bilimsel kavramların bu yeniden-kuruluşu, yeni bilimsel kavramların kuruluşunda yararlanılacak model olarak da görülmekteydi. Mantıkçı pozitivizmin öncülerinden biri olan David Hume (1711-1778), bütün anlamlı terimlerin (fikirlerin) ya doğrudan doğruya deneylere (izlenimlere) tekabül ettiğini ya da doğrudan deneylere tekabül eden yalın fikirlere ayrılabileceğini savunmuştu. Yalın fikirlerden bileşik fikirler oluşturulmasını Hume, bir psikoloji kuramıyla açıkladı. Mantıkçı' pozitivistlerin Hume'dan ayrıldıkları temel nokta buradaydı: onlar deneylerle önermeler arasındaki ilişkiyi açıklâmak için ampirik-psikolojik bir kuram- dan yararlanmak istemiyorlardı. Sorunsal (problematik) terimler, katışıksız mantık araçlarıyla ve gözlem terimleriyle tanımlanabilmeliydi. Felsefe, ampirik bilim değil, mantıksal çözümlemeydi. “Mantıkçı pozitivizm” adındaki “mantıkçı” sıfatı, ampirizimde , psikolojinin yerine mantığı geçirme isteğini yerine getirir. 


Böylece atomların ve diğer kuramsal birimlerin, gözlemlenebilir olguların mantıksal kurulumları (construction) olduğu savunuluyordu. Yukarıda sözü edilen tanımları yapabilmek için yalnızca belirtik (explicit) tanımlardan, yani “oğul = erkek çocuk» örneğinde olduğu gibi, tanımlanan terimin eşittir işaretinin solunda tek başına durduğu cinsten tanımlardan yararlanılamayacağı; bunun yeterli olamayacağı ortadaydı. Russell ve Whitehead , mantık üzerine yazdıkları Principia Mathematica (1910) adlı ünlü yapıtlarında (kullanım tanımları ya da `bağlamsal tanımlar' da denilen) örtük (implicit) tanımlar kavramını ortaya atmışlardı. Matematikteki çıkarma işleminin tanımı “- =>”şeklinde ifade edilemezdi; bunu “x - y = z, y -~- z = x~ı şeklinde ifade etmek zorunluydu. Tanımlanmak istenen çıkarma işareti, eşittir işaretinin solunda tek başına duramazdı. Bu örnek, önermelerin yalın kavramlardan önce geddiğini de gösteriyordu. 

Bazı kavramları öğrenmek için, önce bu kavramların içinde yer aldığı önermeleri anlamak gerekirdi. Oysa Hume'da ve eski ampirizmde, yalın kavramlar önermelerden önce geliyordu. Russell ve Whitehead'in Principia Mathematica'da geliştirdikleri simgesel mantık dili, bütün bilim dallarında kullanılabilecek ideal bir dil olarak görüldü. Örtük tanımlarla, bazı kavramlar, diğer bazı kavramlara bağlanabiliyordu. Örneğin yoğunluk kavramında olduğu gibi: ”a maddesinin yoğunluğu x'dir = a maddesinin ağırlığı bölü a maddesinin hacmi = x>ı. Ancak. kavramların çoğunda güçlüklerle karşılaşıldı. Manyetik kavramını şu şekilde tanımlamaya çalışalım: “x manyetiktir = demir yongaları x'e yakınsa x'e doğru hareket eder. Hemen görüleceği üzere, bu tanım x'in manyetik olduğu konusunda ne yeterli ne de gerekli bir koşul koyamamaktadır. Demir yongaları, manyetik güçlerin çekiminden başka nedenlerle de x'e doğru hareket edebilirler. (Örneğin, rüzgara kapılarak!) Öte yandan demir yongaları ona doğru hareket etmediği halde, x manyetik olabilir. (Örneğin, demir yongaları x'in manyetik çekme gücünü aşan bir ağırlıkta olabilir.) Bu çeşit güçlüklerin yanısıra biçimsel mantık dilini kullanmaktan ileri gelen başka bir güçlük daha ortaya çıkar. Gündük dildeki “eğer - o halde kalıbının biçimsel mantıkta tam bir karşılığı yoktur. Biçimsel mantıkta bu kalıp yerine (....-~... bağlacıyla ifade olunan) maddesel içerim (material implication) kullanılır. 

Aradaki fark kendini şöyle belli eder: Günlük dildeki önerme “eğer”ı ile başlayan cümlenin doğru olması halini öngörür; oysa maddesel içerimde önerme, “eğer”ı ile başlayan cümlenin yanlış olması halini de kapsar. “Eğer x'in yanında demir yongaları varsa -.~ o halde demir yongaları x'e doğru hareket eder”ı önermesi, “eğer” cümlesinin doğru, “o halde” cümlesinin yanlış olması durumunda yanlıştır. «Eğer~ı ve “”o halde” cümlelerinin farklı doğruluk değerleri taşıdığı bütün diğer bileşimler; önermeyi tanımsal olarak doğru kılar. Yani, “eğe” cümlesinin yanlış olduğu her durumda önerme doğrudur. Bundan tamamen saçma bir sonuç çıkmaktadır: x'in yanında demir yongaları bulunmasa da (yani, “eğer” cümlesi yanlışsa) x yine manyetiktir (çünkü tanımın sağında duran maddesel içerim doğrudur) Pozitivistlerin 'sorunlarından biri, maddesel içerimleri kapsayan ideal mantık dilinden vazgeçmeksizin, yukarıda açıkladığımız saçmalıktan kurtulabilmekti. Carnap, “iki-yanlı indirgeme- önermeleri” adını verdiği bir yapı ile bu sorunu çözmeye çalıştı. Önerilen bu çözümün sakat yanı, indirgeme önermelerinden tanımlanan kavramı elemenin olanaksızlığıydı ° Hem belirtik, hem de örtük tanımlarda, tanımlanan kavramın yer aldığı önermelerin yerine, bunların yer almadığı önermeleri koymak her bağlamda olanaklıdır. 

Tanımlamak demek, elemek (tasfiye etmek) demektir (Quine) . İndirgeme-önermeleri kullanılınca, bilimsel terimleri, gözlem terimleriyle tanımlama çabasından vazgeçilmiş olur: Manyetik kavramının yukarıda verilen tanımının karşılaştığı ilk güçlük -yeterli ve gerekli bir koşul koyamayışı- Carnap 'ı tanımlarda aranan koşullarda başka değişiklikler de yapmaya götürdü: İndirgenecek her kavram için, .(gizil) (potansiyel) olarak sonsuz sayıda indirgeme-önermesi kullanmak zorunda kaldı. İndirgeme-önermelerini bedirli bir sayıyla sınırlamak, sonra da sözkonusu kavramın en sonda (nihai olarak) indirgenmiş olduğunu söylemek olanaksızdır. Yalın tanımlardan giderek uzaklaşan bu (belirtik tanımlar -örtük tanımlar- indirgeme-önermeleri şeklindeki) gelişme, daha ilerilere gitti ve sonunda şu görüşlere vardı: Her bilimsel dil (bu, kuram karşılığı olarak düşünülebilir), kendi içinde, iki ayrı dile ayrılabilir: 
Kuramsal dil ve gözlem dili. Kuramsal dildeki terimlerin, gözlem dilinin terimleriyle tanımlanmasına ya da gözlem terimlerine indirgenmesine gerek yoktur. Ancak kuramsal terimlerin en azından bir karşılaşım (tekabül) kuralı (rule of correspondence) ile bir gözlem terimine bağlanması gerekir. Karşılaşım Kuralları çok basit nitelikte olabilir ve kuramsal terimlerin içeriğini hiçbir şekilde sınırlamaz. Karşılaşım kuralları, ku ramsal terimlere biraz olsun ampirik bir anlam verilmesini sağlar yalnızca. “Kitle” terimi kuramsal dile, “daha ağırdır”ı terimi de gözlem diline aitse, şu karşılaşım kuralı konabilir: Eğer a, b'- den daha ağır ise, o zaman a'nın kitlesi b'nin kitlesinden daha büyüktür. Bütün kuramsal terimlerin, böyle karşıLaşım kuralları olması da gerekmez. Kuramsal terimlerin birkaçI kuramsal dille birbirine bağlanmış ise, bunlardan birinin karşılaşım kuralı olması yeter.

Gözlemlenebilir Olan

Yukarıda özetlediğimiz iki gelişme çizgisi, yani bir yandan doğrulanabilirlik ölçütünün giderek yumuşatılması, öte yandan tanımlâma ve indirgeme koşullarından vazgeçilmesi, birbirleriyle yakından ilişkilidir. Son olarak anlatmaya çalıştığımız kuramsal dil ve gözlem dili ayrımı, doğrulanabilirlik ilkesinin başka bir çeşidi olarak anlaşılabilir. En azından bir karşılaşım kuralıyla gözlem diline bağlanabilen dil, bilimseldir (anlamlıdır) . Buraya kadar, mantıkçı pozitivistlerin bütün kuramların deneylere ya da gözlemlenebilir olgulara dayandırılması gereğini savunduklarından söz ettik yalnızca; ama gözlemlenebilir olgulardan neyi kastettiklerini ele almadık. Mantıkçı pozitivist akım içinde, gözlem terimlerinin neye ilişkin olacağı konusunda iki ana anlayış vardır. Bazıları “doğrudân tanıma ilkesini” («the principle of direct acquaintance»), diğerleri ise “özneler-arası doğrulama ilkesini” («the principle of intersubjective verificationı) savunuyordu. Birinci ilkeye göre, her an, bunlar hakkında aldanmamıza olanak bulunmayan, bazı deneylerimiz olur. Bu deneylere ilişkin kesin güvenilir bilgilerimiz vardır. Bu deneyler, “şimdi kırmızı, bir leke görüyorum,» şimdi dişim ağrıyor türünden deneylerdir. Bu, temel olarak Mach 'ın görüşüdür. Bu görüşün pozitivistler arasındaki başlıca temsilcisi Schlick'ti. ” Deneylerimizin nasıl edinildiği konusundaki açıklamalarının ayrıntılarına burada girmeyeceğiz. Önemli olan, deneylerin öznel olması ve deneyler konusunda güvenilir bilgi edinebileceğimiz düşüncesidir. Pozitivistlerin, tüm bilimsel kavramları deneye dayandırma çabalarının en geniş-çaplı ve en gelişmiş biçimini temsil eden Carnap'ın Der logische Aufbau der Welt (1928) adlı yapıtı, birinci ilkeden hareket eder. Carnap bu kitabında bütün kavramları”temel deneyler” dediği şeylere dayandırmaya çalıştı. Temel-deneyi de, belirli bir anda bütün duyulardan toplanan duyumların tümü olarak tanımladı. 

İkinci ilkenin savunucuları ise (öncelikle Neurath, daha sonra da Carnap) bilimin öznel bir dayanağı olamayacağı ve tüm ampirik bilgilerin bir ölçüde güvenilmez olduğu görüşünden hareket ediyorlardı. Gözlemsel bir önermenin doğru olup olmadığını kesin olarak bilmek olanaksızdı. O halde, gözlemlenebilir olan, ama öznel olmayan neydi? Elbette ki, çoğu insanların gördüklerine inandıkları şeyler. Böylece gözlemlenebilirlik özneler-arası gözlemlenebilirlik oluyordu ve özneler-arası gözlemlenebilir şeyler de, genel olarak, nıakro-fiziksel nesneler ve özgüdürler ve tabiî ki insan davranışlarıydı. Bu görüşlere bazen fizikselcilik (physicalism) de denir. Ancak fizikselcilik, başka görüşleri de kapsar; herşeyin bir çeşit fizik nesneye dayandırılabileceğini savunur. Fizikselciler yalnızca, fiziğin temel parçacıklarına değgin terimleri kabul ederler. Onlara göre, bütün öteki terimler bunlardan kalkılarak tanımlanmalıdır.

TEK BİR BİLİM

Yukarıda tanıttığımız pozitivist akımların ikisi de (Carnap'ın temel-deneyleri olsun , ya da Neurath'ın gözlem terimlerinin betimlediği özneler-arası olgular olsun) , bilimin tüm dallarının konusunun aynı şey olduğunu savunuyordu. Yani, mantıkçı pozitivizm tek bir bilim fikrini ortaya atıyordu. Bu düşünce okulunun amacı, aslında böyle tek bir bilimin kurulmasıydı. 1929 yılında açıklanan “Bilimsel Dünya Görüşü: Viyana Çevresi başlıklı programda şöyle deniyor: Amacımız, tek bir bilimin, yani insanlığın edinebileceği tüm bilgileri; fizik ve psikoloji, doğa bilimleri ve edebiyat, felsefe ve özel bilimler gibi birbirinden tamamen ayrı disiplinlere ayırmak- sızın içinde toplayan bir bilimin yaratılmasıdır. Bu amaca ulaşmanın yolu Peano, Frege, Whitehead ve Russell 'in geliştirmiş oldukları mantıksal çözümleme yöntemi 'nin kullanılmasıdır. Bu yöntem, bilimi metafizik sorunlardan ve anlamsız önermelerden arındırmak ve aynı zamanda, doğrudan gözlemlenebilir içeriklerini; yani `verilmiş olanı' göstermek yoluyla ampirik bilimin anlamını kavramlarını ve önermelerini açıklığa kavuşturmaktır.
 
“Neden” Kavramı

Değişik bilimlere özgü kavramların yanısıra, neden kavramı gibi, bilimlerin birçoğunda ya da tümünde kullanılan kavramlar vardır. Mantıkçı pozitivistlere göre bu kavramların da. tanımlanması ya da indirgenmesi gerekiyordu. Böylece, “Hume'un“ neden” kavramına ilişkin çözümlemesini devraldılar, ancak katışıksız mantıksal kavramlar aygıtına uydurabilmek için bu çözümlemeyi bir ölçüde değişikliğe uğrattılar. Hume'un çözümlemesinin en önemli öğeleri şunlardı:

1. “a, b'ye neden olur önermesi, (bazı koşullar dışında) “a .ve b türü olaylar arasında evrensel bir bağlılaşım (correlation) vardır önermesiyle eşanlamlıdır;

2. a'nın b'ye neden olması, a'nın zorunlu olarak b'ye yol açması demek değildir; zorunluk, biz insanların dünyadaki iliş- kilere uyguladığımız öznel bir anlayıştan ibarettir.

Daha önce de söylediğimiz gibi, pozitivistlerin Hume'dan ayrıldıkları noktalardan biri önermelerin, içerdikleri kavramlardan önce geldiği görüşüdür. Bu yüzden pozitivistler “neden kavramından çok “neden-önermeleri”nden söz etmişlerdir.. “Isı yükselmesi, uzunluğun artmasına neden olur” şeklindeki bir “neden- önermesi”, pozitivist tarzda biraz basitleştirilmiş haliyle (Vx) (Tx ~ Lx) olur ve “bütün x'ler için geçerlidir: x'in ısısı yükselirse, x'in uzunluğu artar” şeklinde okunur. Bu çözümlemenin Hume'un çözümlemesiyle ortak yanı; neden-önermesindeki “zorunluğu” ortadan kalkması ve önermenin yalnızca genel bir ilişkiyi ifade etmesidir. “Neden-önermeleri”, evrensel bağlılaşımlar haline gelir. Buradaki “eğer - o halde” ilişkisi daha önce sözünü ettiğimiz maddesel içerimdir ve bu örnekte de bazı mantık sorunlarına yol açar. Ancak çözümü için bir hayli çaba harcanmış olan bu sorunlar üzerinde durmayacağız. Birçok pozitivist, bu çözümlemenin vargılarından birini, yani zorunlu ve geçici genellemeler arasında bir ayrım yapılamayacağını kabul edemedi. İki ayrı türden olan hep birlikte görülmesinin, bir rastlantıya ya da zorunluğa dayanması arasında kavramsal bir ayrım yapılamadı. Gündüzün gece nin nedeni olduğu söylenebilir miydi? Mantılcçı pozitivizmin kullandığı kavram aygıtı çerçevesinde geçici ve zorunlu genellemeleri birbirinden ayırma denemelerinin hiçbirisi doyurucu olmamıştır. Bu sorunun şimdilerdeki en yaygın çözümü şudur: zorunlu genellemeler, yalnızca olguya-karşıt (contrary-to-fact) koşullu önermeleri (yani, “a olsa idi, b de olurdu şeklindeki önermeleri) desteklemeleri bakımından, geçici genellemeler.den ayrılırlar. Hempel'den aktaralım: “`Şu mumu kaynar su dolu bir kaba koyarsak, eriyecektir” önermesi, parafinin 60°C üzerindeki ısılarda sıvılaştığına ilişkin yasayla (ve suyun 100°C ısıda kaynaması olgusuyla) desteklenebilir. Ancak `şu kutudaki bütün taşlarda demir vardır' önermesi, olguya-karşıt bir önerme olan `şu taşı kutuya . koyarsak, içinde demir bulunacaktır' şeklindeki önermeyi desteklemek için kullanılamaz. Bir yasa, geçici olarak doğru olan bir genellemenin tersine, birlikte-evetleyici (conjunctive) koşullu önermeleri, yani `a olursa, b de olur' şeklindeki, a'nın olup olmayacağı sorusunun açık bırakıldığı önermeleri destekleyebilir. `şu mumu kaynar su dolu bir kaba koyarsak, eriyecektir' önermesi buna bir örnektir.
 
Ancak, olguya-karşıt ve birlikte-evetleyici önermeler, mantıkçı pozitivizmin başlangıçta savunduğu ideal mantık diliyle ifade edilemez. Bu yüzden, ya bunun doğurduğu bütün sonuçlara rağmen, dil kurallarının değişikliğe uğratılması gerekmiş ya da zorunlu ve geçici genellemeler ayrımından vazgeçmek zorunda kalınmıştır.

NEDENSEL AÇIKLAMALAR

Nedensel açıklama nedir? Pozitivistlere göre, yalın bir olayın açıklanması, söz konusu olayı betimleyen tekil önermenin bir veya birkaç yasadan ve başka tekil önermelerden tümdengelim yoluyla çıkarılmasından ibarettir. En karmaşık olmayan durumda, aşağıdaki örnekteki gibidir:

Yasa: Bütün x'ler için geçerlidir: Eğer (x bir bakır parçası ise ve ısıtılırsa) , o halde (x genleşir) .

Tekil önerme: a ısıtılan bir bakır parçasıdır

Tekil önerme: a genleşir

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, «a genleşir» önermesinin doğruluğu kabul edilen yasalardan ve tekil önermelerden tüm dengelim yoluyla çıkarılabileceğinin gösterilmesi halinde, a'nın neden genleştiği sorusu yanıtlanmış sayılmaktadır. Bu örnek çok ilkel görünmekte ve neyin açıklandığı da pek anlaşılamamaktadır. Ancak daha karmaşık durumlarda, örneğin temel bir kavramın diferansiyel denklemlerinden çıkarımlar yapılmasının sözkonusu olduğu hallerde, bu ilkellik ortadan kalkmaktadır. Pozitivistlere göre, açıklamalar ve ön-deyiler (predictions) aşağı yukarı aynı mantık yapısına sahiptir. Ayrıntıya girmeksizin, yukarıda verilen örnekten, aynı mantık şemasını kullanarak a'nın genleşeceği konusunda ön-deyide bulunmanın nasıl olanaklı olabileceği görülebilir. Yukarıdaki karmaşık olmayan örnekte açıklama ile ön-deyi arasındaki fark, ayrı tekil önermelerden hareket edilmesinden ibarettir. Açıklama halinde `a genleşir' önermesinden, ön-deyi halinde `a ısıtılır' önermesinden hareket edilir Bazen yasaların açıklanmasının, bunların, daha güçlü yasalardan ya da kuramlardan tümdengelim yoluyla çıkarılmasından ibaret olduğu da söylenmiştir. Örneğin, Newton'un kuramından Galileo'nun düşen cisimler yasasının ve Kepler'in gezegenlere değgin yasalarının çıkarılabileceği söylenmiştir. Kuramsal terimler ve gözlem terimleri ayrımıyla birleşen bu görüş, pozitivist olarak sınıflandırılması gerekli bazı özgül görüşlerin doğmasına yol açmıştır. Galileo ve Kepler'in yasaları mesafe, hız ve zaman arasındaki ilişkilere değgindir; oysa Newton'un teorisi yerçekimi güçlerini varsayar. Galileo ve Kepler'in yasaları gözlem terimlerinden oluşur; oysa Newton'un deneysel yasalar ve kuramlar arasında bir ayrım yapılmasını gerektiren kuramı, kuramsal terimleri kapsar. Galileo ve Kepler'in. “deneysel yasalar”nın Newton'un kuramından daha önce ' ortaya atıldığı da bir gerçektir. Pozitivistler bakımından bütün bilim dalları için bir paradigma oluşturan fizik biliminde bilgi kuramı açısından önce geldiği ka- bul edilen deneysel yasalar, bu örnekte olduğu gibi, kuramdan ve kuramsal terimlerden önce ortaya çıkmıştı. Bu yüzden birçok pozitivist, bu örneği bilimsel araştırmaya model olarak gösterdi: Önce deneysel yasaları koy, sonra bunlardan kuramsal sistemler kur! Pozitivistlerin çıkış noktalarından kalkılarak bu çağrıya varılamayacağını belirtmek isteriz. Mantıkçı pozitivizm her zaman bir kurama ulaşılması ( “buluş bağlamı”ı : “context of discovery”ı ile bir kuramın desteklenmesi ( “doğrulama - haklı çıkarma bağlamı” : “context of justification” ) arasında çok kesin bir ayrım yapmıştır. Pozitivistler kuramların nasıl desteklenmesi gerektiği sorununun çözümünü; bilim felsefesinin görevi saymışlar; kuramlara nasıl ulaşıldığı sorununun çözümünün ise, ampirik psikolojinin alanına girdiğini, psikolojinin de felsefeyle hiçbir ilgisi olmadığını savunmuşlardır. Bu çıkış noktalarına sıkı sıkıya bağlı kalan bir bilim felsefecisinin, “önce deneysel yasaları koyuş şeklinde yöntem kuralları getirmesi olanaksızdır. Yapabileceği tek şey, kuramın bundan önce veya sonra kurulmasına bakılmaksızın, kuramsal terimlerin gözlem terimlerine dayandırılması gerektiğini söylemektir. Mantıkçı pozitivistlerin kuramlarının belitsel (axiomatic) sistemler olarak kurulması görüşüne verdikleri önem bir ölçüde bütün açıklamaların ve ön-deyilerin tümdengedimsel çıkarımlardan ibaret olduğu düşüncesine dayanır. Eğer belitsel biçimde bir kuram varsa, bu kuramdan neler çıkarılabileceğini görmek çok daha kolaydır.

TÜMEVARIMSAL MANTIK

Tamamen mantıkçı pozitivist bilim felsefesine özgü olan bir şey, tümevarımsal mantık denilen bir yöntemin geliştirilme çabasıdır. Tümevarımsal mantığın ön-koşulu, ilgilenilen kuramı ifade eden önermelerin ve söz konusu kuramın doğrulanması bakımından geçerli verileri betimleyen önermelerin (kanıt önermelerinin) verilmiş olmasıdır. Tümevarımsal mantığın, varsayımlara nasıl ulaşıldığı ya da verilerin nasıl bulunduğu konularıyla ilgisi yoktur; bu mantık, “buluş bağlamı” ile değil doğrulama “haklı çıkarma- bağlamı” ile ilgilidir. Verilmiş olan kanıt önermelerinden harekete ve olasılık hesabı yoluyla, farklı kuramların olasılıkları belirlenmeye çalışılır. Olasılığı en yüksek odan kuram, en güçlü ampirik desteğe sahip olan kuramdır ve dolayısıyla kabullenilmesi gereken kuram da budur. Görüldüğü gibi, tümevarımsal mantıkçılar kuramların ampirik dayanaklarını ölçmeye yarayan bir yöntem geliştirmek istemişlerdir. Tümevarımsal mantıkçıların karşılaştıkları bir güçlük şudur: eğer olasılık hesabından yararlanılacaksa bütün kuramlara, kanıt önermeleri ile bağlantı'ları kurulmadan önce belirli bir olasılık tanınması gerekir. Kuramların deney öncesi (a priori) olasılıkları olmalıdır. Ancak bu nasıl belirlenecektir? Bu sorun dışında bir dizi salt matematik ve biçimsel mantık sorunu da ortaya çıkar. Tümevarımsal mantıkçılar hemen hemen tümüyle bu sorunların çözümüyle uğraşmışlardır. Bildiğimiz kadarıyla tümevarımsal mantık, varolan kuramlardan herhangi birine uygulanabilmiş de değildir.

POZİTİVİZM VE TOPLUMBİLİMLERİ

Doğa ve toplum bilimlerinin birbirlerinden temelde farklı olup olmadıkları tartışması, mantıkçı pozitivizmin doğduğu sıralarda da gündemdeydi. Mantıkçı pozitivistlere göre bu sorunun yanıtı açıktı. Bilim, gözlemlenebilir veriler arasındaki bağlılaşımların belirlenmesi işidir ve tüm bilimsel açıklamalar da belirlenmiş düzenliliklerden tümdengelimsel çıkarımlar yapmak demektir. Örneğin, başka bir insanın durumunu anlamak ( “özdeşleşim” : “Einfühlung” ) gibi bir deneyimin, bilimle hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak, pozitivizmin doğa ve toplum bilimleri karşısındaki tutumu konusunda söylenebilecekler bundan ibaret değildir. Pozitivizmin yerleşmiş ve yerleşmiş-olmayan bilimler konusunda tutumu pratikte farklı olmuştur. Yerleşmiş ve yerleşmiş-olmayan bilimler ayrımı, 1920'lerde ve 1930'larda, doğa ve toplum bilimleri ayrımını karşılıyordu. Fizik gibi yerleşmiş bilimlerde, kullanılan (protonlar, elektronlar, vb.) kuramsal terimlerin gözlem terimlerine dayandırılabileceği kabul ediliyordu. Fizikçiler, pekâlâ ön-deyilerde bulunabiliyorlardı. Mantıkçı pozitivistler yerleşmiş bilimler alanındaki görevlerini, kuramsal terimlerin deneye bağlılığın gösterilmesi olarak gördüler. Psikoloji gibi, tam yer- leşmiş olmayan bilim dallarında ise, çoğunlukla başka bir tutum takındılar. Psikologların kavramlarını kurarken önce gözlem terimleriyle işe başlamaları ve ancak bundan sonra kuramsal terimler geliştirmeleri gerekli görüldü. Yerleşmiş-olmayan dallardaki bilim adamları, kullandıkları bütün kavramların gözlemlenebilir verilere dayandırılmasını güvence altına alacak şekilde davranmadıydılar. Özneler-arası doğrulama ilkesine göre, psikolojide gözlemlenebilir veriler, diğer kişilerin davranışlarıdır. Dolayısıyla, mantıkçı pozitivizm “davranışçılık” akımının felsefi dayanağı haline geldi. Ancak bazı pozitivistler fiziksel kuramlar karşısında takındıkları tutumu, bazı tartışmalı toplum bilim kuramları karşısında da gösterdiler. Örneğin Neurath şöyle yazar: “Her ne kadar psikanaliz ve bireysel psikoloji bugünkü halleriyle bir yığın metafizik ifadeyi içeriyorlarsa da, davranış ile davranışın bilinçaltı koşulları arasındaki' ilişkiyi vurgulayarak, davranışçı yaklaşımın ve sosyolojik bir yöntembilimin öncülüğü- nü yapmışlardır.Ön-deyilerde bulunmak için kullanılan Marksçı savların en önemlileri, ya (geleneksel dilin elverdiği ölçüde) fizikselci bir tarzda ifade edilmişlerdir, ya da özce bir şey yitirmeksizin bu tarzda ifade edilebilirler.

POZİTİVİZM VE POLİTİKA

Pozitivistlerin bilim - politika ilişkisi üzerine görüşlerini yansıtmak için, Carnap'ın otobiyografisinden bir alıntı yapacağız:

“Çevreye [Viyana çevresi] dahil olan herkes, toplumsal ve siyasal ilerlemelere büyük bir ilgi duyuyordu. Ben de dahil çoğumuz sosyalisttik. Ancak felsefi çalışmalarımızla siyasal amaçları- mızı birbirinden ayrı tutmak istiyorduk. Bizce, uygulamalı man- tık da dahil olmak üzere mantık, bilim kuramı, dil çözümlemesi ve bilim yöntembilimi ve bilimin kendisi, bireyin ahlâksal amaçları olsun, toplumun ~siyasal amaçları olsun tüm pratik amaçlar karşısında tarafsızdır. Neurath bu yansız tutumu çok sert bir şekilde eleştirdi. Ona göre bu tutum, toplumsal ilerlemenin karşısında olanlara destek sağlıyordu. Biz ise, pratik ve özellikle politik görüşlerin işe karışmasına izin verecek olursak, felsefi yöntemlerin saflığının. bozulacağını savunuyorduk. [...] Biz kendi payımıza, vardığımız sonuçların başkalarınca kullanılmasına ya da kötüye kullanılmasına bakmaksızın, bütün olayları ya da var- olduğu iddia edilen olayları nesnel ve bilimsel olarak araştırma hakkını savunduk.

Mantıkçı pozitivistlere göre bilim, tanımsal olarak, bir anlamda yansızdır. Bilimsel kuramlar, gözlemlenebilir verilere ilişkindir; öznel değerleri dile getirmezler ve öznel değerlerden bağımsız olarak ya doğru ya da yanlıştırlar. Pozitivistler, bilimin ya da bazı bölümlerinin toplumdaki , işleyişleri konusunda hiçbir şey söylememişlerdir. Carnap 'ın sözünü ettiği ve Neurath ile diğerleri arasında çıkmış olan tartışma da, mantıkçı pozitivizmi etkilememiştir. 

MANTIKÇI POZİTİVZM YAŞIYOR MU?

Mantıkçı pozitivist bilim felsefesi adını alan akım, bugün de yaşıyor mu, yoksa ölüp gitmiş midir? Denilebilir ki, eskiden olduğu gibi propagandası yapılan mantıkçı pozitivist bir düşünce okulu artık yoktur. Ancak mantıkçı-pozitivist sayılması gereken bilim felsefesi çokça olarak üretmeye devam ediyor. Tümevarımsal mantık, tümdengelimsel açıklama modeline özgü sorunlar vs kuramların belitselleştirilmesi, sürekli olarak mantıkçı-pozitivist yapıtların ortaya çıktığı alanlardır. Pozitivist felsefenin temel taşlarından biri odan bireşimsel ve çözümlemesel önermeler ayrımı, Willard Van Orman Quine (1908-) tarafından eleştirilmiş; bu eleştiri, tam anlamıyla bilim felsefesi alanına girdiği söylenemeyecek geniş bir tartışmaya yol açmıştır. Quine, başka bir bakımdan da ilginçtir.

Bütün kavramların gözlemlenebilir verilere dayandırılması koşulunun aranması konusunda, Hume'dan mantıkçı pozitivistlere, onlardan Quine'e kadar uzanan bir gelişme çizgisi vardır. Hume'a göre soyutlanan her kavramın deneyle ilişkisi kurulabilir. Mantıkçı pozitivistlerin çıkış noktası ise, her önermenin deneye dayandırılabilir olmasıdır. Kavramlardan önermelere uzanan bu gelişme, Quine'le birlikte önermelerden kuramlara geçer. Quine'e göre, bilimin tümü, diğer bir deyişle tüm dil, deneye dayandırılmalıdır; kuramsal terimlerle gözlem terimleri, çözümlemesel önermelerle bireşimsel önermeler arasında kesin bir ayrım yapılamaz (From a Logical Point o f View adlı eserinin «Two Dogmas of Empiricismıı bölümüne bakınız) . Bir yanda tüm olarak dil, öte yanda duyumsal deneyler vardır; bunlar arasında birçok şekilde ilişki kurulabilir, ama . hiç değilse bir şekilde kurulmâlıdır. Dikkat edileceği üzere, mantıkçı pozitivistler gibi Quine de, duyumsal deneyleri verilmiş olarak koyutlamaktadır -postulatlaştırmaktadır-. Eğer Hume ilk gerçek pozitivist ise, Quine de son büyük pozitivisttir denebilir. 

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.