Deneme Örnekleri

ÖLÇÜ
İnsan elinde ne illet var ki, dokunduğunu değiştiriyor; kendiliğinden iyi ve güzel olan şeyleri bozuyor. İyi olmak arzusu bazen öyle azgın bir tutku oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları der ki, iyinin aşırısı olmaz çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Kelimelerle oynamak diyeceği gelir insanın buna. Felsefenin böyle ince oyunları vardır. İnsan iyiyi severken de, doğru bir işi yaparken de pekâlâ aşırılığa düşebilir. Tanrının dediği de budur: Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın da bir haddi vardır. Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştırmayan okçudan daha başarılı sayılmaz. İnsanın gözü karanlıkta da iyi görmez, fazla ışıkta da. Platon’da Kallikles der ki, felsefenin fazlası zarardır. Felsefe bir kerteye kadar iyidir, hoştur; faydalı olduğu kerteyi aşacak kadar derinlere gidersek çileden çıkar, kötüleşiriz; herkesin inandığı, uyduğu şeyleri küçümseriz; herkesle doğru dürüst konuşmaya, herkes gibi dünyadan zevk almaya düşman oluruz; kimseyi yönetemeyecek, başkalarına da kendimize de hayrımız dokunmayacak bir hale geliriz; boş yere şunun bunun sillesini yeriz. Kallikles, doğru söylüyor çünkü felsefenin fazlası bizim gerçek duygularımızı körletir; lüzumsuz bir inceleme ile bizi tabiatın güzel ve rahat yolundan çıkarır. (Kitap II, bölüm XXX) Düşüncede saplantı ve azgınlık en açık ahmaklık belirtisidir. Canlılar arasında eşekten daha kendinden emin, daha vurdumduymaz, daha içine kapalı, daha ağırbaşlı olanı var mıdır?

Kısa Deneme Yazısı Örneği

Bir ikilidir ağlamak ve gülmek. Ağlamak, sanılanın aksine çaresizlik, zayıflık, güçsüzlük demek değildir bence. Gariptir belki… Ama ben ne zaman ağlayan birini görsem, içim gerçekten acısa dahi bir miktar da sevinirim. Çünkü üzülmeyi becerebilen bir kişi, sevmeyi de bir o kadar iyi becerebilir. Çünkü, ağlayabilen bir insan gülmenin o mükemmel kıymetini belki de daha iyi anlıyabilir.
Bilirim ki, ağlayan bir kişinin kalbi henüz nasır tutmamıştır. Yüreği katılaşmamış, duyguları bitmemiştir. Hani derler ya, “Kalp ağlamazsa göz yaşı da akmaz…” İşte böyle bir şey… Sevindiğinizde, mutluluktan uçacak olduğunuzda nasıl kahkahalar atarsınız ya! Üzüldüğünüzde de dökülen gözyaşları bir o kadar değerlidir. Sinirli ve kibirli olduğumuzda, öfke ve intikam duygusu dolacağımıza, kalbimizi nasırlaştıracağımıza, gözlerimizle ağlama olgusu yerine getirmek belki de en iyisidir. Belki hakikati değiştirmez, ama… Kalbinizin doğru ateşi bularak yumuşamasına vesile olur.
Ağlayan bir kişi gördüğünüzde, ona samimi birkaç söz, birkaç dokunuş ya da uzatılan bir mendil ona yapılacak en büyük destektir. Bunlar, bin türlü sözcük, davranıştan belki de daha önemli, daha kıymetlidir..
Bence, ağlamak insanın insan olmasını gerektirdiklerinden biridir.
Ve… Ağlamakla gülmek olmazsa olmaz bir ikilidir. Tıpkı evrende bulunan diğer zıtlıklar gibi.


Hayat ve Edebiyat

Hayatın en önemli gerçeği samimiliktir. Bu itibarla, hayat ile bağı olan edebiyat, mutlaka samimi bir edebiyattır denilebilir. Hayatı en gizli, en karışık yönleriyle anlatmayan, duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin bir şekilde duyurmayan, elemlerimizi, felaketlerimizi, açık açık yansıtmayan bir edebiyat, hayat ile ilgisiz ve sahte bir edebiyattır. Öyle bir edebiyat, kelimeleri dizip, onları işleyen pek hünerli kuyumcular çıkarabilir. Belki onlar çok süslü, çok göz alıcı şeyler yapabilirler. Fakat, ne yazık ki bütün bu sahte ürünler muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak renkli çiçeklere benzer. Uzaklığından dolayı bize çok çekici, çok harikulade görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran ürünleri nasıl açık bir havaya, sert bir rüzgara dayanamazsa, hayat ile ilgisi olmayan böyle bir edebiyat da zamanın sonsuz kasırgaları önünde süpürülüp gitmeye mahkumdur. Halbuki bedii his, hislerimizin en ilahi ve en samimisidir. Akşam rüzgarı ile inleyen bir çam ormanının karanlık hışırtıları ne kadar tabii ise, ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin ve anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için, her şeyden çok samimidir. İşte bunun gibi milletler için de "güzel" ve "iyi" telakkilerinden daha "milli" hiçbir şey yoktur. Bir toplumu başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlak hakkındaki, güzellik hakkındaki samimi duygularını arayınız. Çünkü bunlar doğrudan doğruya ruhundan koptuğu için hayatının en samimi taraflarıdır.

Yüksek ve hakiki sanat asıl ona derler ki, hayatı bütün genişliği ve bütün samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin. Ancak yapmacığın bittiği yerde sanatın başlayabileceğini, nedense, hala anlayamadık!
Mehmet Fuat Köprülü

Kısa Deneme Yazısı Örneği

Hayat dediğin nedir ki?Kısacık bir zaman dilimi.Bazen acılarla,bazen mutluluklarla,bazen gözyaşı,bazen hüzünle dolu insan ömrü.Aslında hayatın tarifini tam olarak yapamıyorum.Soruyorum kendime nasıl birşey...Daha dün bu soruya çok güzel ona doyamıyorum derken bugün verdiğim cevaba şaşıyorum.İkilemde kalıyorum.Mutlu olunca iyiki bu hayattayım iyiki evren var diyorum.Peki yüreğim acılarla kavrulurken,gözlerim yaşla doluyken işte o zaman keşke hayatta olmasaydım diyorum.Ama bazen çevreme bakıyorum acıklı öyküler,çileli yaşamlar,acı çeken insanlar...O zaman kendime diyorum ki ŞÜKRET haline!İyiki hayattasın,iyiki sevdiklerin yanında.İşte o zaman anlıyorum ki hayat kısada olsa onu dolu dolu yaşayacaksın.Ve mutlu olmayı bileceksin....

Kısa Deneme Yazısı Örneği

Çalışmak insan için çok faydalı bir eylemdir.Hem insanın zihnini hem bedenini geliştirir.Atalarımızda ''çalışan demir pas tutmaz''diyerek çalışmanın önemini vurgulamışlardır.Fakat günümüzde kimse çalışmaya hevesli değil.Çoğu kişi çıkarcılık peşinde veyahut çalışmadan kazanmak peşinde.Öğrenciler,memurlar,işçiler vs birçok kişi çalışmadan bazı şeyler elde etmeye kalkıyor.Öğrenciler ders çalışmak yerine kopya çekerek,memurlar rüşvet alarak,işçiler işlerden kaytararak...İşte günümüzdeki durum bu.Aslında çalışmak insan için çok güzel bir iştir.Döktüğün alın terinin verdiğin emeğin karşılığını almak insan için çok gurur verici...Bu mutluluğu tadan insanlar çalışmaya daha fazla hevesleniyorlar ve işlerine dört elle sarılıyorlar.Bazen düşünüyorum ben yaptığım işin karşılığını alınca nasıl mutlu oluyorum.Neden insanlar bu mutluluğu tadmaktan yoksun kalıyorlar diyorum.O zaman işin içinden çıkamıyorum...Ama ben şunu biliyorum ki çalışmak insanı olgunlaştırır.Ve bende o olgunlaşmış insanlardan birisiyim...


İyiliğin Anlamı

İyiliğin gerçek anlamını biliyor musunuz?Ben biliyorum.Bence iyilik, insanların karşılık beklemeden yaptıklarıdır.

İyilik yapanlar her zaman karşılığını alırlar.Hatta bu düşünce atasözlerine bile yansımıştır.Ben iyilik yapanların her zaman karşılığını aldıklarını birçok kez gördüm.Hatta yaşadım bile... Bence iyilik yaparsan hayat sana da gülümser.

Bazı insanlar da yüzlerine iyilikten bir maske takarlar.Fakat bence bir gün o maske, kişinin yüzünden düşecek. Ve maskenin düştüğü an, insanlar kişinin gerçek yüzünü görecekler.

Eğer hayatın size de gülümsemesini istiyorsanız, yapmanız gereken ufak bir şey var.Sizinde çevrenizdeki insanlara gülümsemeniz. Ada Gavremoğlu


Hayatı Yaşamayı Bilenler

Maceracı ruha sahip insanlara hep özenmişimdir. Ne güzel yaşamlarını renklendirmeyi becerebiliyorlar. Hayatı zevkle yaşanır yapıyorlar. 

Yamaçlardan paraşütle atlayanlar, derin denizlere dalış yapanlar. Snow boardçular. Hayatın tadını ne güzel çıkarıyorlar. Ben de onlar gibi olmayı çok istiyorum. Ama şu an yaşım gereği onlar gibi yapamıyorum. Biraz daha büyümem lazım. İnşallah ailem de beni ileride desteklerler. Destekleyeceklerine inanıyorum. Çünkü onlar da kendilerince maceracı ruha sahipler. Babam her yaz grubuyla birlikte akvaryumlara dalmaya gider. Annem ise dağlarda yürümekten hoşlanır.

Yalnız bazı içi çürümüşler macera tutkunlarıyla dalga geçerler. Ben onlara çok kızarım. Neden dalga geçiyorlar ki? Maceracılar adrenalini hep yüksek tutarlar. Hayata daha canlı bakarlar. Böylece yaşlanmazlar. Sürekli heyecan onları dinç tutar. Sizin gibi hayattan bezmiş, doğduğuna pişman mı yaşasınlar? Siz onlarla alay ederken, sizin korktuğunuz ölümle de onlar dalga geçiyor. 

Kalkın köşelerinizden! Silkinin. Maceraya bir adım atın ki hayat sizin içinde yaşanır olsun.
Ece Bulut


Yalnızlık

Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz.
Montaigne


Kitap Korkusu

Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, in*san düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. “Bırak, senin yerine ben dü*şünüyorum!” demekle, “Falan kitabı okuma!” demek arasında hiç bir fark yoktur. İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra hâline düşer.

Şüphesiz insanı korumamız lâzım gelen vaziyetler vardır. Fakat bu vaziyetler daha ziyade ferdin kendi dışındaki vaziyetlerdir. Bir insanı kendi içinde, düşün*cesinin mahremiyetinden korumağa hakkımız yoktur.

Ortaçağ’dan bugüne kadar gelen zaman içinde insanlığın belki en büyük ka*zancı bu basit hakikati kendisine mal etmesidir.
(Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s. 58-59)

Sürü Adamı

Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde "kendi kendisi" olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, men*sup olduğu sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fi*kirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İra*desi de böyle dışarıdan gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bil*mez ki, asıl kendi kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedemediği için körleşen ve tıkanan istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini ken*dinde değil, hep dışarıda aradığı bir muayyen bir fikre, bir akideye başka*sının kurduğu sisteme bağlanır, kalır. Artık ölünceye kadar hiçbir hayatın her şeyi her gün değiştiği hâlde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç değişmeyen bir kaç âyet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak yerinde sayacaktır.
İçinde hep sürü insiyaktan teptiği için, şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu telkin âleminin firmasını bilmek, onu iptonize eden sakal*lının adını öğrenmek yetişir.
Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır.
Peyami SAFA 




TÜM SÖZLERİN BİTTİĞİ YERDEYİM

Minik bir göçmen kuşun çığlığında yakaladım sabahı. Ne  gece ne sabahtı zaman… Sonsuzluğun gri örtüsünü yırtmak üzereydi  güneşin ilk ışıkları. Öylesine bir günü kucaklamak üzereyken  aydınlık, evrenin sonsuzluğunda bir nokta gibiydim. Başımı  pencereye çevirince, göz göze geldik denizle ve denizin eşsiz mavisi  ile… Henüz uyanmamıştı martılar, gemiler, balıkçı  tekneleri,kayıklar… Her şey, her yer uykudaydı.
Güneşin ilk ışıkları, karşı tepenin bağrına saplandı birer  birer. Homurtulu bir motor sesi duyuldu ana yoldan. Sabahın  alacakanlığında yitip gitti birazdan. Ansızın sokak ışıkları söndü. Sessizliğin içinde, sessizce otururken buldum kendimi.
“Bugün yeni bir gündü, yarın bambaşka bir gün olacak” diye  geçirdim içimden. Her yeni doğan günün, yeni bir başlangıç  olduğunu, asıl gizlerin yarınlarda gizlendiğini anımsattım, bir kez daha  kendime.
Gökyüzünün rengi, denizin mavisi, ağaçların yaprakları,  kaldırımın taşları soğuktu. Aceleci adımlar yürümüyordu sahilde. Güneş, sonunda çekmişti perdelerini tüm pencerelerinin. Ama ilk  ışıklar, silememişti camlardaki buğuyu. İçimdeki sıcaklığa  rağmen üşüdüm sokağın ayazında. Yüreğimin derinliklerinde birtelin ince ince sızısını duydum. Ve gezinirken düşüncelerimde, bir şairin dizelerine rastladım.
“Şehre inince keyfim kaçıyor, Her yerde yüzüme çarpan bir tokat”
Şimdi, tüm sözlerin bittiği yerdeyim ve düşünüyorum hala…

YARINA İNANMAK

Sevgi, inanış, güven, acıma, saygı gibi varlığımızı ilgilendiren türlü insanlık duygularının bozulmadığı her devirde ve her yerde sanat ve edebiyat ciddiye alınmış, değer taşımıştır. Ciddiye alınmayan gerçek sanat hiçbir yerde gösterilemez. İkinci savaş sonrası kuşaklarına giren yazarların çoğu, ciddilikten yoksundur. Ünü ucuza mal etmek yüzünden çocuk denecek yaşta olanların bile ağıza alınmaz deyimlerle yüz kızartacak sözde şiirler düzmeye, iri iri laflar ederek eleştirmeler yazmaya kalkıştıklarını görmedik mi? Bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlının “dünya sanatında” diyerek eleştirmesine başladığını okuyunca dünyanın avuca sığacak kadar küçüldüğünü görerek içim burkulmuştu.
Bizim bildiğimiz medeniyetler sanatı ve edebiyatıyla ölçülür. Eski Yunan medeniyetinden sanatını ve edebiyatını kaldırınız, geriye ne kalır? Yirminci yüzyıl Türk medeniyeti, her halde yukarıdaki anlatmaya çalıştığım bu çeşit eserlerle kurulmayacak. Şairlerimizin, eleştirmecilerimizin, bir kelime ile bütün yazarlarımızın çoğunlukça öteden beri takip ettikleri Fransız edebiyatı Dadaisme (Dadaizm)’den ve bir sürü “isme(izm)” ile biten türedilerinden mi ibarettir? Bunlardan kaçının adı hatıralarda kalmıştır? Ne şiirin, ne sanatın yenisi eskisi olur. Sadece sanat vardır. Hangi şiir Baudelaire’inkilerden daha şiirdir? Yeni kelimesini ağızlarından düşürmeyenler ya tükenmiş olanlar, ya da kendilerinde yaratma gücü bulunmayanlardır. Yenilik diye ortalığı bulandırmakla gerçek bir şey kazanılmaz. Bulanık suda balık avlandığı sanatta görülmemiştir. Gelecek günlere, yarına inanmayan toplumların yaşamayacakları gibi yarını, yani sürekliliği düşünerek yazmayanların, yazdıklarının yarın açısından sorumluluğunu taşımayanların yaşayamadıklarını tarih ve edebiyat tarihleri gösteriyor. Ama ne tarihin, ne de edebiyat tarihinin okunduğu var. Ölü doğmuş, iddialı sanat ve edebiyat eserlerinin tarihi yazılsa ciltler yetmeyecek.
Ben, sanatı ve edebiyatı insan varlığının en kutsal yaratışlarından biri sayarım. Gerçek sanat eserlerinin de, yarına geçecek değerde olduğuna inanan sanatçıların ellerinden çıkmış olanlar arasında bulunacağına inanıyorum. Zaten bana bu satırları yazdıran da bu inanış oldu. Tabii yarını, geleceği masal sayanlar, günü gününe yaşamakla yetinenler, diledikleri gibi düşünüp yazarlar. Bu, onların bileceği iştir.

SEVGİ ÜZERİNE SÖZLER

Sevgi yalnız insana vergi olmasa da insanın gene en ulu duygusudur. Anamızı, babamızı, kardeşlerimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu görünce içimizin titremesi, onları anarken yüreğimizin ya kaygılı bir sevinç, ya sıcak bir üzüntü ile çarpması dünyamızı genişletiverir. Bir kendimiz için yaşamaktan, öz tasalarımızın çemberinden kurtuluruz. Bir de gönülden kimseye bağlı olmayan, kimseyi aramayan, özlemeyen bir kişi düşünün; akıllı olsun, doğru olsun, acımak nedir, isterseniz onu da bilsin, siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi?… Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da, zevklerle de zenginleştiren hep o sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa var olduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.
Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum? İnsanoğlunda ne vardır ki kökü özcülükte olmasın? Anamızla babamızı, kardeşlerimizle çocuklarımızı düşünürken, severken de kendimizi düşünmüş, kendimizi sevmiş olmuyor muyuz? Hepimiz iki büyük korkunun, ölüm korkusu ile yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza taşımadığımız için, onları unutabilmek için türlü işleri, türlü duyguları yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz, sevmeye inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen, ölmemizi istemeyen, bizim ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece korkularımızı birleştirirsek, önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı koyar, onu hiç olmazsa geciktiririz. Hiçbiri elimizden gelmese de bari bizi ananlar, gerçek yaşamamız bittikten sonra da bizi düşüncelerinde yaşatacak, varlığımızı kendi varlıklarında sürdürecek kimseler olur ya!…
(…) Yalnızlık korkusu ile ölüm korkusundan büsbütün kurtulmuş, toplum içgüdüsünü yenmiş bir kişi bulunur da o başkalarını severse ancak onun sevgisi gerçek bir sevgi, yalın bir sevgi olabilir. Bizimki bir yalandır, kendimizin de irkildiğimiz asıl yüzümüzü kendimizden de saklayan bir perdedir.

TARTIŞMALAR

Azgın tartışmacılar da keşke, diğer söz suçluları gibi ceza görselerdi. Hep öfkenin alıp götürdüğü bu fikir çarpışmalarında, insanın etmediği kötülük kalmaz. İlkin fikirlere çatarız, sonra da insanlara…
Tartışmada esas, karşımızdakinin düşüncesini çürütmek olduğu, herkes çürütüp çürütüldüğü için, tartışmanın sonunda olan şey, gerçekten büsbütün uzaklaşmaktadır. Onun için Platon, Devlet’inde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasak etmiştir. Doğru dürüst adım atıp yürümesini bilmeyen bir insanla gerçeği aramaya çıkmanın anlamı var mı? Aradığımız şeyi bırakıp onu nasıl bir yoldan arayacağımızı düşünürsek ondan hiç de uzaklaşmış olmayız.
Tartışma ile neye varılabilir? Biri doğuya gider, biri batıya; yolda rastladıkları ayrıntılara saplanır ve konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra, neyi aradıklarını bilemez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş, kimi de kenarında kalmıştır. Kimi bir kelimeye, bir benzerliğe takılır; kimi söylenene kulak bile vermeden bir şeyi tutturur ve yalnız kendi söylediklerini dinler. Başka biri de kendine güvenmediği için her şeyden kaçınır, hiçbir fikri kabul etmez; ta başından her şeyi karıştırır, yahut da söz kızışınca, büsbütün susar ve bir daha ağzını açmaz; bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar; mağrur bir küçümseme ya da budalaca bir alçak gönüllülükle tartışmadan kaçar. Bazısı yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız sesinin ve ciğerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar kendine karşı dönüverir; başka biri kalkar ön sözler, yersiz hikayelerle kafa şişirir. Kimi vardır, sıkıştığını görünce karşısındakini susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve Alman kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü de vardır, konuya hiç bakmadan sizi bir sürü mantık çemberiyle, diyalektik oyunlarıyla kuşatıp boğmaya savaşır.

İÇİMİZDEKİ GÜZELLİKLER

Gönlümüzün güzelliği sevgi ise, beynimizin güzelliği de düşünebilme yeteneğimizdir. O yeteneği her an, her dakika kullanalım. Unutmayalım ki düşünen insan, özgür insandır.
Kişi düşünebiliyorsa pek çok sorununu çözümleyecek, pek çok şeyi bilecektir. Herkesi dinleyin. Annenizi, babanızı, arkadaşlarınızı dinleyin. Sonra da düşünün ve sorular sorun… Neden? Nasıl? Nerede?
Sonra da oturup kararlarınızı kendiniz alın. Kararları yalnız aldığınız zaman, eziyetler de güçlükler de sonuçta bütünüyle size aittir artık. Karar alırken sorumluluk almayı da bilin. İşte bu, büyümek ve olgunlaşmaktır; özgür insan olma yolunda atılan ilk adımdır.
Büyüklerinizle, yaşıtlarınızla, kendinizden küçüklerle konuşun, tartışın. Konuşarak pek çok şey öğrenildiği gibi, pek çok sorun da çözümlenebilir. Toplumumuzda, bu tür konuşma pek yaygın değil ne yazık ki! Ya susuyor, ya bağırıyoruz. Konuşmayı bilmiyoruz. Sizler bunu değiştirin.
İçimizin bir başka güzelliği de iyimserliktir. Yüreğinizin ibresi hep iyimserlikten yana olsun.
Asırlardır kötümserler, köşelerinden dünyanın kötüye gittiğinin doksan dokuz nedenini sayarlarken iyimserler epey yol almış; pek çok iş başarmışlardır. En azından denemişlerdir.
Zaten yapılan araştırmalar, başarılı olanların üstün zekalılardan çok, sıradan ama olumlu ve iyimser kişiler olduğunu ortaya koyuyor.

KÜLTÜR VE MEDENİYET

Alman tarihçilerinin dilinde kültür lafı, daha önce mevcut olan medeniyete çok yakın bir mana kazanır. Bununla beraber bir takım ayrılıklar önerilir. Kültür, insanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip olduğu kollektif araçlar bütünüdür. Başka bir deyişle ilim, teknik ve uygulamalarıdır. Medeniyet ise insanın kendini inzibat altına alması, fikirce, ahlakça, ruhça yükselmesi için lüzumlu olan kollektif araçların tümü, güzel sanatlar, felsefe, din ve hukuk gibi…
Ama bunun aksini ileri sürenler de var. Onlara göre, medeniyet toplum yaşayışının maddi ve faydacı amaçlarına hizmet eder, akılcıdır: Emeğin, üretimin, teknolojinin ilerlemesi için gerekli bir akılcılık. Peki kültür, o da toplum yaşayışının daha hasbi, daha manevi yönlerini kucaklar, saf düşüncenin, hassasiyetin, idealizmin meyvesidir.
Bu tekliflerden hangisine katılacağız? İki taraf da hem sayıca birbirine eşit hem de birikim olarak. Amerikan sosyologları ise, belki de beğendikleri Alman sosyologlarına uyarak ikinci anlayışı benimsemiş.
Fakat antropolog ve sosyologların çoğu böyle bir anlayışı lüzumsuz ve karanlık bulmuş. Onlara göre ruhla madde, gönülle akıl, kavramlarla varlıklar arasında böyle bir ikilik kurulamaz. Sosyolog ve antropologların yüzde doksanı “medeniyet” kelimesini kullanmaz, “kültür” kelimesini tercih ederler. Kimine göre bu iki kavram eş anlamlıdır. Kimine göre farklı.

OKUMA ÜSTÜNE – BACON
Okumak, haz duymaya, zihnimizi süslemeye ve yetkimizi arttırmaya yarar. Haz duyurmak hususundaki faydası, insan bir köşeye çekilip tek başına kaldığı zaman kendini gösterir. Zihnimizi süslemesinin, konuşurken, yetkimizi arttırmasının da bir iş hakkında hüküm verirken, o işi başarırken faydası dokunur. Tecrübeyle yetişmiş kimseler, tek tek bazı işler yapar, onlar hakkında birer hüküm verebilirse de, meseleyi her bakımdan göz önünde tutan öğütler vermek, planlar yapmak, nizamlar kurmak, bilhassa bilgi sahibi kimselerin elinden gelir. Okumaya fazla vakit harcamak, uyuşukluktur. Okunan kitaplardan süs olsun diye fazla faydalanmak gösteriş, bir hüküm verirken sade kitaptaki kaidelere uymak da ukalalıktır.
Okumak tabiatı tamamlar, tecrübe ile de tamamlanır. İnsanın tabiat vergisi olan kabiliyetleri kendiliğinden çıkan bitkilere benzer; okumakla budanmaları lazımdır. Okumak, tecrübeyle sınırlanmaz da başına buyruk bırakılırsa dağınık yönlere yayılmış bir bilgi verir. Tecrübe ile yetişen kimseler, okumayı hor görürler. Basit kimseler ona hayrandırlar. Bilginler ondan faydalanırlar, çünkü okuma, sağladığı faydanın ne olduğunu öğretmez. Bu, insanın, göre göre, tahsile ihtiyaç duymadan onun ötesine varan bir kuvvetle elde ettiği, bir bilgeliktir. Kitapları, ne cerhetmek, ne yanlış bulmak için ne de zaten ispat edilmiş diye, olduğu gibi kabullenip, konuşmalarında sana konu olsun diye oku. Bazı kitaplardan insan yalnız zevk alır; bazılarını olduğu gibi yutar. Bazılarını geveler ve hazmeder. Yani bazı kitaplardan yalnız birtakım parçalar okunur; bazıları baştanbaşa, ama inceden inceye tetkik edilmeden, bazıları ise dikkat ve itina ile okunur. Bazı kitaplar da vardır, insan onları vekil vasıtasiyle yani başkalarının onlardan çıkardıkları parçaları okur. Bu ancak kitabın değeri ve konunun önemi az olduğu zaman yapılır. Çünkü böyle başkasının süzgecinden geçmiş, kitaplar, imbikten süzülmüş adi su gibi yavan olur.
Okumak, insana olgunluk, konuşmak canlılık, yazmak da açıklık verir. Bu sebeple, az yazanın, hafızasının kuvvetli, az konuşanın hazırcevap, az okuyanın da bilmediğini bilir gibi göstermesi için, kurnaz olması lazımdır. Tarih kitapları insanı akıllandırır; şiir nükteci, matematik dikkatli kılar; felsefe eserleri de derinleştirir. Mantık ve hitabet, münakaşalarda ustalaştırır; ahlak da ağırbaşlı yapar.
“İnsanın okuduğu şey benliğine işler.” Hatta insan zekasına ket vuran her türlü engeli, iyi seçilmiş eserler okumakla ortadan kaldırabilir. Tıpkı vücudun tutulduğu hastalıkların münasip idmanlarla iyi edilebildiği gibi. Mesela top oyunu, vücutta hasıl olan taşlarla böbrek hastalarına; ok atmak, akciğerle göğüse, ağır yürüyüşler mideye, ata binmek baş ağrılarına iyi gelir, v.s. Bu sebeple bir kimsenin zihni dağınıksa matematikle meşgul olsun; çünkü bir davayı ispat ederken biraz dalıverse davaya ta baştan başlaması lazım gelir. Eğer zekası farkları görüp ayırmaktan acizse iskolastikleri tetkik etsin. Çünkü onlar; “kılı kırk yararlar.”
Bir konuyla bir diğeri arasında münasebet kurmakta ve bir meseleyi ispat edip aydınlatmaya yarayacak delilleri hatırlatmakta güçlük çekiyorsa hukuk davalarını tetkik etsin. Böylece her zeka hastalığına ilaç olacak birer reçete bulunabilir.
ALACAKARANLIK
Edebiyata ilgi duyma ediminin bir etkenlikten ziyade bir tür edilginliğin kompleksi olduğu öteden beri bilinir.Böylece kabul edilmesi gereken noktanın da bir tür alacakaranlık kuşağının özneyi etkisi altına almış olacağıdır.Edebiyatçıya bu gözle bakılmadığı sürece o, gerek yaşamı itibariyle gerekse yazdıkları itibariyle
suçlu veya aykırı görülecektir;diğer bir tabirle aykırılığı, yüzeysellerce tespit edilmemişleri edebiyatçı saymak yanlış olmaktadır.
Sanatçının ontolojik konumu, hayata duyduğu mesafelilikle paraleldir;sanatçıyanız herkes gibi duyma,yaşama,düşünme  hakiki  bir alçalma olur.Bununla birlikte sanatçının seçkinliği aristokrasi ile de örtüşmez;sanatçı alacakaranlık kuşağının öznesi olarak bu flu dünyadan uzak olan her olgunun bir “ölüm” olduğunun farkındadır;o,erotizmdenbahsederken de(Sade gibi), dinden bahsederken de(tolstoy) ölümden bahsetmektedir.Kuşkusuz bu ölüm dünyanın eksikliğini duyumsamaktır;öyleyse üslup olarak sanatçı,bir ideolog olamaz,iktidara
destek veremez,insani olmayan söylemlere ya ilgi duymaz ya da başkaldırır;tabir
yerindeyse alacakaranlıkdan başka bir yerden emir almaz.
Elbette bütün bu niteliklere ulaşmak gayretle olmaz; zaten sansualizmin baskısı altında yaşayan özne anlamlı tesadüflerle de karşı karşıya gelir;sanatçı,iktidara kafa tutarken de bir karıncayı severken de “bu durum karşısında yapacak başka şey bilmiyorum” diyen kişi olabilir.Öyleyse sanatçı alacakaranlık kuşağının gizemine güvenmek zorundadır;bir de bakarsınız ki bütün tehlikeleri bertaraf etmiş,siteminizi etkin bir hoşgörüye çevirmişsiniz; sitem dünyalıktutkusudur; Tanpınar’ın dediği gibi duygusallık gülünçtür.
Şeyh Galib,benim yerime noktayı koysun:
Aşıkda keder neyler
gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden
söz pir-i muganındır*
*alacakaranlığın efendisi

KİTAPLIK VE OKUMA
Evde bulunduğum zaman hayatım daha çok kitaplığımda geçer; oradan ev işlerini yönetmek imkanını da bulurum. Giriş kapısının hemen üstündeyim; hem bahçeyi, kümesi, avluyu görürüm, hem de evimin öteki bölümleri içinde sayılırım. Hiçbir düzene uymadan, hiçbir amaç gütmeden bir bu kitabı, bir şu kitabı karıştırırım; zaman olur hayal kurarım, zaman olur kurduğum hayalleri ya kendim yazarım ya da bir aşağı bir yukarı dolaşarak başkasına yazdırırım.
Kitaplığım bir kulenin üçüncü katındadır; birinci katta tapınak, ikinci katta da yalnız kalayım diye sık sık yattığım bir oda ile eklentileri, kitaplığın üstünde ise büyük bir sandık odası vardır. Eskiden kitaplık, evimin lüzumsuz yeriymiş. Bense hayatımın çoğu günlerini, günlerimin de çoğu saatlerini burada geçiriyorum.
Kitaplığım yusyuvarlak bir oda; masamla sandalyemi alacak kadar yer var; bir bakışta kitaplarımın tümünü birden görebileceğim şekilde düzenlenmiş beş raflı dolaplar çember halinde duvarları kaplar. Odanın, on altı adım çapında boşluğa bakan çok geniş ve çok güzel manzaralı üç penceresi var. Kışın daha az bulunurum bu odada; çünkü adından da anlaşılacağı gibi evim bir tepenin üstündedir; hiçbir odası da bu oda kadar yer almaz; bir gayret sarfetmemi gerektirdiği, ıssız bir yerde olduğu için hoşuma gider; böylece, hem çalışmamın verimli olmasını sağlar, hem de topluluktan beni uzak tutar. Oturduğum yer, böyle bir yer işte; orada tam bir egemenlik kurmaya, yalnız orasını karımdan da çocuklarımdan da, toplum hayatının geleneklerinden de uzak tutmaya çalışırım. Başka nerde olursa olsun egemenliğim sözde kalır: aslında zaten şüpheli bir egemenliktir bu. Evinde kendi kendisiyle başbaşa kalacak, kendi kendine övgüler söyleyecek, şundan bundan kaçıp gizlenecek bir yeri olmayan kişi benim gözümde zavallının biridir. Gösterişe düştün olanların bu huyları çok pahalıya oturur onlara; Pazar yerlerindeki heykellere benzerler de ondan: “Büyük başın derdi büyük olur”.
Gençken gösteriş olsun diye okurdum; sonradan, biraz da kendimi yetiştirmek için okumaya incelemeye başladım; şimdi ise vakit geçirmek, oyalanmak için yapıyorum bu işi; çıkarımı sağlamak aklımdan bile geçmedi. Kitaba karşı içimde, beni paradan çıkartan aşırı bir sevgi vardı; yalnız kendi ihtiyacımı karşılamak için değil, üç adım uzaktaki çevremi doldurmak, süslemek içindi bu sevgi; bir hayli oluyor, onu da bıraktım.
Seçmesini bilen için kitabın çok hoş meziyetleri vardır; ama her nimet bir zahmet karşılığıdır; bu zevk de ötekiler gibi belli ve arık değildir; kendisine öz, çok ağır yükleri vardır; okudukça ruh gelişir, ama kalıp, benim hiçbir zaman yüzüstü bırakmadığım kalıp, hareketsiz kalır, yıkılır, ezilir büzülür. İhtiyarlığa yöneldiğim şu anda fazla okumak kadar zararlı, kaçınılması bunun kadar gerekli bir şey bilmiyorum ben.
ÖLÜM ÜSTÜNE
Madem ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates’e; “Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler,” denildiği zaman: “Tabiat da onları!” demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.
Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: “Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler – Lucretius).
Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.
“Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius.”
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.

SANAT ÜZERİNE
Her istek, bir gereksinimden, bir yoksunluktan, bir acıdan doğar; giderildiği zaman insan yatışır. Ama yatışmış bir kişiye karşılık, nice yatışmamış ve duygunluğa erişmemiş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer, gerekli olan şeylerin ardı arkası kesilmez; oysa duyulan haz, kısa ve ölçülüdür. Yeryüzünde hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya zorlayabilsin. Alınyazısından kopardığımız her şey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez. İşte bundan ötürü, isteklerin ve iradenin boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı, bizi sıkıştırıp duran umutlara, acı çekmemize yol açan korkulara bıraktığımız ölçüde, ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur. İster bir amacı gerçekleştirebilmek için canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden sakınmak için çabalayalım, sonuç değişmez: iradenin istek ve gereklerinin başımıza açtığı belalar ne biçim olursa olsun, hayatımızı berbat etmekten ve acı çekmemize yol açmaktan başka bir sonuç vermez. Böylece, isteklerin tutsağı olan insanoğlu, İksion’un çıkrığına ebediyen bağlanmıştır; bitimsiz bir susuzluğun kemirdiği bir Tantalos’tur o. Ama kimi zaman, dış bir gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an isteklerin bitimsiz selinden kurtaracak; ruhu, iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yöneldiği nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremizdeki varlıklar, istek ve umutlarımıza değer şeyler olmaktan çıkarak hiç bir menfaat duygusuna yer verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleştirmeye çalıştığımız ve hiç bir zaman ulaşamadığımız iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu bütün doygunluğuyla yaşarız. Epiküros’un, iyiliklerin en iyisi ve tanrıların bahtlılığı olarak gördüğü şey, işte bu acılardan kurtulma haliydi. Gerçekten de, böyle bir durumda, bir an için de olsa, iradenin ağır baskısından kurtulmuş, isteğin zorbalığından sıyrılmış oluruz; İksilon’un çıkrığı durur o zaman… Gün batımının, bir saray penceresinden ya da bir hapishane parmaklığı ardından görülmesinin önemi kalmaz.
* * *
Katışıksız düşüncenin istek üzerindeki egemenliği; bu iç bağdaşıklık, her yerde gerçekleşebilir. Küçük nesneleri, bunca nesnellikle görebilen ve böylece düşüncelerinin ne kadar bağımsız olduğunu açıkça ortaya koyan o eşsiz Hollandalı ressamları düşünelim. Bu resimlere bakan bir kimse, duygulanmadan edemez. Bu önemsiz nesneleri, bunca dikkatle canlandırabilmesi için, sanatçının ruhça ne kadar dingin ve yatışmış bir halde bulunması gerektiğini düşünmekten alamaz kendini. Üstelik, kendisine dönünce, günlük hayatının endişeleri ve istekleri yüzünden karmakarışık ve anlaşılmaz hale gelen duyguları ile bu dinginliğe erişmiş ressamların ruh hali arasında ne büyük bir fark olduğunu daha iyi görür.
* * *
Nesnelerin çekiciliği, bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan, hayat üzerine yapılmış betimlemelerdir sadece. Özellikle, şiirin ışığı bu görünüşleri aydınlatıp ışıttığı zaman ve yaşamanın ne olduğunu bilmediğimiz gençlik yıllarında kavrarız bunu.
* * *
Kaçamak esini yakalamak ve onu mısralara dökerek tenleştirmek, lirik şiirin işidir. Lirik şairin dile getirdiği şey, insanlığın en iç varlığıdır. Geçip gitmiş milyonlarca kuşağın ve gelecek kuşakların, belli koşullar içinde her zaman duydukları ve duyacakları şeyleri dile getirmek ve onlara, aslına uygun canlı bir anlatım kazandırmak şiirle kabildir. Şair, evrensel insandır: bir insanın yüreğini kabartan bütün duygular, insan doğasının her koşul içinde duyduğu ve ortaya koyabildiği bütün şeyler, ölümlü bir insan oğlunun gönlünde yer etmiş olan ve oluşup duran bütün izlenimler, onun kendi öz alanıdır. Bundan ötürü şair, şehveti de, mistik duyuşu da anlatabilir. Angelus Silesius ya da Anacreon olabilir; trajediler ya da komediler yazabilir. Yatkınlığına ya da ruhsal durumuna göre, soylu ya da bayağı duyguları dile getirebilir. Soylu, yüce, ahlaktan yana, dindar, Hristiyan olmasını; kısacası şu ya da bu olmasını ona kimse söylemez. Çünkü şair, insalığın aynasıdır ve insanlığın ne duyduğunu, aslına uygun bir biçimde gösterir insanlığa.
* * *
Trajedinin eğilimi ve son amacı, bizi; razı olmaya yöneltmek, yaşama iradesini olumsuzlayacak hale getirmek olduğu halde, komedi, bunun tam tersine, yaşamaya yöneltir ve yüreklendirir bizi. Gerçi komedinin de, bütün öteki hayat betimlemeleri gibi, gözlerimizin önüne bir yığın acıyı ve iğrençliği serdiği doğrudur. Ama komedi, bütün bunları geçici kötülükler gibi gösterir bize. Sonunda, hepsinin, neşe ile biten şeyler olduğunu, her zaman yengi kazanan umutlar gibi görülmeleri gerektiği anlatılır. Bundan başka, hayatın sayısız terslikleri arasından sadece gülünebilecek ve neşelenmeye yol açacak yanları seçer. Böylece, koşullar ne olursa olsun, sevincimizi ve iyimserliğimizi sağlamak ister. Bütün olarak ele alındığı zaman, hayatın çok iyi olduğunu ve herşeyden önce, eğlenilecek garip bir yanı bulunduğunu ileri sürer. Ne var ki, daha sonra neler olup bittiğini görmemiz için, mutlu ve sevinçli bir olayla perdeyi kapamak gerekir. Oysa trajedi, artık başka bir olayın ortaya çıkamayacağı biçimde sona erer.
* * *
Müzik, hiçbir zaman fenomeni (görünüşleri) dile getirmez. Müziğin dile getirdiği şey, bütün fenomenlerin iç özü ve kendinde varlığıdır; Yani iradenin ta kendisidir. Bundan ötürü, müziğin belli bir neşeyi, şu ya da bu hüznü, şu ya da bu tutkuyu, iç rahatlığını dile getirdiği söylenmez. Müzikte dile gelen şey, her çeşit ruhsal dürtünün ve koşulun dışındaki genel ve soyut özdür. Ve müzikte, bu soyut özü, kolaylıkla ve eksiksiz bir biçimde kavrarız.
* * *
Melodinin yaratılması, insan duyarlığının ve iradesinin en derin sırlarının keşfedilmesi, dahinin gerçekleştirdiği temel iştir. Dehanın çalışması, burada her yerdekinden daha bağımsız, daha kendiliğinden, daha bilinçsizdir. Burada gerçek bir esin söz konusudur. Olumlu ve soyut şeylerin önceden edinilmiş bilgisi, yani fikir, sanatın her alanında olduğu gibi, müzikte de yetersizdir. Çünkü müzikçinin dile getirdiği şey, dünyanın en iç özü ve en derin bilgeliktir. Müzik bunları kendisinin de kavrayamadığı bir dille anlatır. Bu bakımdan, uyandığı zaman hakkında hiçbir şey bilmediği nesneler üzerine sorulanlara şaşırtıcı cevaplar veren bir uyurgezere benzer. Müziğin özü üzerine uzun zaman düşündükten sonra, artık, bu sanattan zevk duymanın en tatlı bir haz olduğunu söyleyebilir ve bu hazzı tatmanızı öğütleyebilirim size. İnsanın ruhunu daha dolaysız ve daha derin biçimde etkileyen bir başka sanat yoktur. Çünkü hiçbir sanat, dünyanın gerçek özünü, müzik gibi dolaysız ve derin bir biçimde dile getiremez. Güzel ve yüce melodiler duymak, ruhu yıkamak gibidir; insanı bütün pisliklerden, bütün zavallılıklardan ve bayağılıklardan arıtır.
Arthur Schopenhauer
YENİ ŞİİR
Yeni şiir başka, yeni şair başka… Yeni şiir dıştadır, yani bugün yeni şiir denilen şey, dış bakımdan eski şiire benzemeyen şeydir: değişik kalıpta; ama öz değişmemiş olabilir. Yeni şair ise şiire, kendisinden önce gelenlerin eserlerinde bulunmayan bir öz getirmiş olan adamdır. Onun şiiri dıştan bakılınca, eski şiire tıpkı benzeyebilir. Nedin de Baki gibi, Naili gibi gazellerkasideler yazar, hem de hep o konular üzerinde yazar. Ama içten bakınca onun şiirinin Baki’nin şiirinden, Naili’nin şiirinden apayrı olduğunu görürsünüz: “Bu söz Nedim’in sözüdür” dedirten bir hali vardır. Galip için de bunları söyleyebiliriz. Nedim ile Galip edebiyatımızda birer yeni şairdir, bütün büyük şairler birer yeni şairdir. Yeni şairin başlıca vasfı eskimemektir. Nedim eskiyemez, Galip eskiyemez. Villon, Hugo, Rimbaud eskiyemezler. Yahya Kemal eskiyemez (yani ben onun yeni bir şair olduğuna, yeni bir şair olduğu için de eskiyemeyeceğine inanıyorum.)
Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip de herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere ama bizim için eski bir aşinadır. Bir de İstanbul’un bizim çocukluğumuzdaki bir tahtası kalmadı. Edebiyat-ı Cedide bize ne kadar köhne geliyor…
Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam: Vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri vezinsiz kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim.
Vezin, kafiye dış kalıplardır. Bir dış kalıp olduğu gibi bir de iç kalıp vardır. Bugünkü şairlerimizi incelediğimiz zaman bulduğumuz ortak vasıflar iç kalıptır. Dış kalıp nasıl eskirse iç kalıp da öylece eskir. Diyelim ki bugünkü şiirin, genç şiirin başlıca vasfı, bazı kimselerin söyledikleri gibi yaşamak sevgisi, yaşamaktan duyulan hazdır. Gün gelir, bu konudan bezilir, yaşamaktan duyulan hazzı söylemek eskir. Öyle ise yaşamak hazzı, bugünkü şiirin iç kalıbıdır: vezinsizliği kafiyesizliği gibi onun üzerinde de çok durmaya değmez. Yarın eskiyecek bir yenilikten bana ne? Ben ona yenilik dersem bundan yüz yıl sonra gelecek insanlar: “Şuna da bak! Bu kadar eski bir şeye yeni diyorlar!” demezler mi? Benim bugün yeni sayacağım şey, bundan beş yüz yıl, bin yıl sonra da yeni gözükmelidir.
Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendinden başka kimsede bulunmayan vasfıdır. Yeni şair Homeros, yeni yazar Montaigne…
O yenilik eskimediği gibi ona benzemek de kimsenin elinden gelmez.
Bir şairin, bir sanat adamının nasıl değeri herkesten başka olmasında, kimseye benzememesindedir demek istiyorum? Şair, sanat adamı bana hiç benzemiyorsa, yalnız kendini söyleyip de beni söylemiyorsa ondan bana ne? Ben bir sanat eserinde kendi sevinçlerimi, kendi acılarımı görmeliyim ki ona ilgi gösterebileyim, onu anlayabileyim. Yoksa bana büsbütün yabancı kalır. Onun karşısında bir şaşkınlık duyabilirim, ama sevemem, kendi hayatıma karıştıramam.
Hayır, bir sanat adamının kişiliği herkesten başka olmasında değil, herkesle bir olmasındadır. Yalnız kendisinde bulunan bir şeyi söyler, ama onu söyleyen bütün insanları söyler. Yalnız kendine vergi olan bir söyleyişi vardır ki, onda her insan, küçük büyük her insan kendini bulabilir. Yeni şair: “Malumdur benim suhanım mahlas istemez” diyebilen, bunu haklı olarak söyleyebilen adamdır; ama bu: “Benim şiirimde yalnız ben varım” demek değildir: “Benim şiirimde bütün insanlık vardır, ama bunu ancak ben böyle söyler, sezdirebilirim” demektir.
Öyle ise yeni şair, yeni sanat adamı insanda, kendisinden önce bilinmeyen birtakım duygular bulan, yahut o duyguları yaratan kişi midir? Hayır, hiçbir sanat adamı insanlıkta yeni bir duygu bulmaz, yeni bir duygu yaratmaz. Zaten var olan duyguları söyler. Ancak öyle söyler ki biz o duyguların, o şairin söylediğinden başka türlü söylenemeyeceğini, o şairin o duygulara en uygun deyişi bulduğunu sanırız. Yeni şair, eskimeyen, ölmeyen yeni şair, bir dil arasından insanlara kendilerini en iyi anlatacak, sezdirecek şekiller bulmuş olan adamdır.
DÜŞE ÇAĞRI
Severim gerçekçi edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda yazılmış hikayeleri, romanları, hep o çığırı öven denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikayede, bir romanda anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi benim için de büyük bir suçtur. Peri masallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikayeler arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: “Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü, arasından bakın, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu bulursunuz” diye düşünürüm.
Bunun içindir ki bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu sezdiriyorlar. İnsanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani şiir okumayı, hikaye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini gördünüz mü hiç?… Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların edebiyata “humanites” yani “insanlıklar”, kişiye insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler ne denli gerçekçi olursa bu ödevini o denli iyi başarır.
Evet, severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum da: “bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da gerekli değil mi?” diyorum. Bu günün birçok yazarları sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri. Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde’in (Madam Raşild) “Güneş satıcısı”nı “Le Vendeur du Soleil” (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım:
Paris’in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: “Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. Bakın; bakın! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?” Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: “Sahi! Ne de güzelmiş!” diyorlar.
Şairin, hikayecinin o adama benzemeleri gerektir: Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için artık farkedemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler, çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri, çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu duyururlar onlara.
Yapsınlar bunu şairlerimiz, hikayecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere, sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?… Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu veriyor kişiye… İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor. Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor bu melale?… Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama, hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız? Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın, sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat… Doğru, en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikayeci değilim ki size onları anlatabileyim.
Fransız düşünürlerinden Jules Soury’yi (Jül Suri) bir gün yolda görmüşler; “Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım… Bana masal verin, masal verin bana, masalsız yaşayamıyorum!” diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur.
Nurullah Ataç
YILLARIN ARDINDAN
Kalemi ele almayalı uzun zaman olmuştu sanırım. Ne ben o eski bendim ne zaman olgulara acımıştı. Bildiğim her şey süratle ve bana aldırmadan değişiyordu çevremde. Alışık olduğum ne varsa beni yalnız bırakıp başka bedenlerde yaşamaya gitmişlerdi sanki. Duraksız zamanın duyguları bekleyen tek durak sakini, tek bekleyeni ben kalmıştım. Kaybolmuş şehrin türküsü dudaklarımda eskicinin geçmesini bekliyordum. Oysa eskici bile terk etmişti bu enkaz yığınını. Kimseden aman, kimseden acıma yoktu geldiğimiz zamanda. Ben inatla insanlığa dair, güzelliklere dair sevdalar peşindeydim. Kişisel bir şeydi bu tabii ki. Yoksa toplumun genelini böyle dipsiz bir kuyuya çekme amacında değildim. Yasalarımız zaten böyle bir kaosa izin vermiyordu. Kimin yasalarıydı bunlar bilmiyordum ama uymakla zorunlu olduğumu hissediyordum. Yasa koyucular bizden daha iyi düşünen insanlar olmalıydı, onlar koymalı biz uymalıydık, uymazsak zaten uydurtacak birileri çıkacaktı. Yetkili mercilerden çektiğimiz kadar kimseden çekmeyecektik zaten hayatımız boyunca.
Her şeyi bir mevsime bağlamıştık. Denize yazın girmeli, kışın evimizde oturmalıydık. Soğukta palto, sıcakta tişört giymeliydik. Tişörtü bile karşılayamamıştık bir başka sözcükle. Bunun başka bir açıklaması yoktu. Gökyüzünün tek rengi olan mavi mevsimlere göre değişse de bizim için hep maviydi. Geceleri bile “gece mavisi” dediğimiz şeye tapınırdık. Her birimiz tanımlamaların dışına çıkmaktan öyle korkardık ki, sonunda tanımlamalar bizi yerdi. Boşlukta kalan tek bir kelime bile hayatımızı kaosa sürükleyecek gibi dururken, kelimeler resmi geçitinde kendine yer bulan diğerleri bize bıyık altından gülerdi ve yarattığımızın esiri oluşumuzu gözümüze sokarcasına simgelerlerdi. Korkuyorduk, evet,dehşetle korkuyorduk. Ama neydi bu korkumuzun nedeni? Kalkıp binlerce nesne ve kavramı sayabilirdik. “Bakın, işte bu sinek korkutuyor beni, sıtma olursam ne olacak? Kim kurtaracak beni? Ekmeğimim, aşımı ve umudumu kim sağlayacak?”
Umudun ve sevdanın ardı sıra gidiyorduk. “Genel müdür olup Mercedes alsam” ya da “şu kız benim olsa” diyorduk. Diğer insanlar ve onların umutları, sevdaları, yoklukları ve çoklukları ürkütüyordu bizi. Her an birileri bizi dolandırabilir ya da ortaya çıkıp sen şu tarihte yatağının ıslattın ver bakalım hesabını diyebilirdi. İtibarımızı dolara endekslememiz şarttı artık, yoksa her an değer kaybedebilir, 70 sentlik bir insan haline gelebilirdik. O zaman insanlık borsasında ne değerimiz kalırdı? Neye tutunurduk? Tüm bunları aşmalı ve kaygısızca ve dilencilere acıyarak ve altımızda arabamız, güzel eşimiz ve çocuklarımızla sefahate dalarak, rahat rahat ömrümüzü geçirmeliydik. Biz bunun için eğitilmiştik. Diğerlerine ne olduğu sonuçta onların problemiydi.
İşin en garibi ise tanımlamaların toplumdan topluma, kişiden kişiye değişmesiydi. Oysa farklı söylenseler de sonuçta hepsi aynı kapıya çıkıyordu ve biz bu kapıyı zorlamıyorduk bile. Sadece onların ardına takılmakta buluyorduk mutluluğu. Bunun sorumluluğunu da “düzen” adını verdiğimiz bir kavramın üzerine yıkıyorduk. Yaptığımız her hareket düzenin bir gerekliliğiydi. İnsanları dolandırırsak eğer, bu bizim değil, düzenin suçuydu. Bizim içimizde kötülük yoktu aslında. Düzen bizi kötü ve acımasız davranmaya zorluyordu. Belki o olmasa hepimiz iyi ve güzel insancıklar olacaktık. Ne kötü bir şeydi şu “düzen”. Umutlarımız vardı bizim ama onun yüzünden erişemiyorduk. Çocuktuk,nelerden korktuğumuz belliydi. Aç kalmaktan korkardık, karanlıktan korkardık, dayak yemekten korkardık. Ölüm uzak bir ihtimaldi, aklımıza bile gelmezdi o. Kelimelerin bizi korkutması ise ancak bir anlıktı. Öcülerle addaya gider, bölerle uyur, bostanlara girer ve annemizin inadına lahanayı yerdik.
Her şeyi mevsimlere bağlamıştık. Bahar, sevdaların da, doğa gibi, çiçek açtığı mevsimdi. Kuş sesleri bizi coşturur, çiçekler fallarda yıpratılırdı. Sonraları telefonlarla bir nebze de olsa kurtardık çiçekleri. Sokak falcıları, sokak satıcıları, duygu pazarlayıcıları, düşünce tüccarları gördük sonra. Her şey çılgın bir debiyle değişiyordu. Bu sırada oldu olanlar. Önce kendimi biz kavramının dışına çekmeye uğraş verdim. İşin püf noktası buydu belki de. Çünkü ben’e yaklaştıkça biz’i daha rahat algılamaya başladım. Biz’in bir ben’ler topluluğu olduğunu anladım önce. Her bir ben bir araya gelince, biz’leşiyordu. Biz daha sonra insanları bencillikle suçluyordu. Normalde biz’e uymayanın ben’e de uymaması gerekiyordu ama iş pratikte o kadar da kolay değildi. Bazen “ben” benliğini hatırlıyordu çünkü.
Biz hep ikinci ve üçüncü tekil şahısları sorguladık bugüne dek, hep suçluydu onlar, biz hep masum ve iyi niyetliydik. Ama bir yerde tıkandık hep, çünkü kendimizi sorgulamadık, ne olduğumuzu, ne olmadığımızı, ne yaptığımızı hiç sormadık kendimize. Sonuçta başarı hep uzak kaldı bize. Çünkü biz başarısızlığımızın ve saldırganlığımızın farkında bile değildik Biz, biz değildik ve bu döngüde “ben” ben olamazdım.
Herkesi yargılıyoruz, her şeyden hesap soruyoruz, sadece kendimizi dışarıda bırakıyoruz bu müthiş sorgulamada. Çünkü kendi hakkımızda bir yargıya varmanın ne denli zor olduğunun bilinçsizce de olsa ayırdındayız. Çünkü diğerlerini yargılamak, onlara, onların dışında kulplar takmak öyle kolay ki…. Hiçbir yaptırımı yok bunun. Mesela kolayca “şu kişi şöyle biridir.” diyebiliriz, gülüp alay edebiliriz, kızabilir, sitem edebilir hatta küfredebiliriz. Çünkü yüce adalet duygumuz, kendimiz dışında herkesi küçük görmeye, kıskanmaya ya da haddinden fazla büyütmeye yeterli ve haklı görür kendini. Bize bulaşmadığı sürece tüm nesne ve özneler görece olarak iyidir ama her an bizim için potansiyel birer sanık durumuna düşebilirler. Ve hem savcısı, hem avukatı,hem jürisi, hem de hakimi olduğumuz kendi mahkememizde acımasızca ve hiçbir açık kapı bırakmadan yargılara varır sonra bu görece yargılarımızı, oyunumuz bozulduğu zaman, o güne uyarlayarak başka bir kapıya çıkartırız. Bunu denetleyebilecek bir yasa çıkartılmamıştır henüz. Çünkü her insan kendine göre bir senaryo yazar yaşantısı üzerine, çünkü her insanın zamanla değişen kendi yasaları vardır. Bu yasalarda dokunulmazlık seviyesine erişen tek özneyse doğal olarak “ben” dir.
Sonra insan – ki her insan yapamaz bunu – bir gün “ben” i yargılamaya başlar. İşte o an geçmiş yargılarının, saplantılarının, komikliklerinin ayırdına varır. Kendiyle alay etmesini, kendini kendisi gibi ortaya sürebilmesini ve nihayetinde kendisi dışındakileri yargılamaktan çok önemsemesini ve sevmesini öğrenir.
Aynayı kendime çevirmeliyim artık, tam alacalandığı noktasına yüzümün. Yitip giden üretkenliğimin gidişine hüzünlü gözlerle bakma budalalığından kurtarmalıyım kendimi. Yoksa bir başıma kalma sıkıntısı gibi bir derdim olmayacak. Sorguları ve cevapları iteceğim bir kenara. Yazdıklarımın ifade ettiği gerçekler yiyecek beni. Bu ben değilim ! Böyle durağan, böyle sessiz kalamam artık. bastırılmış bir korkuya itilmiş bir benliğe yani “onluğa” mahkum edemem kendimi. Nedir bu? Neyi değiştiriyorum? Çırpınan bir karaltı olmak var işin sonunda ya da cesurca göğüslemek yaşamı. Ben ikisinde de rol almıyorum sadece yaşıyorum. Hayır! Bu böyle olmayacak. Zamanı ve kendimi sorgulama anı artık. Bunu ya şimdi yapacağım ya da sonsuza kadar susacak yüreğim.
“Hayat bizi bekliyor, gitmemek olmaz” demişti şair haklıydı da kendince. Bir yaşam gerçeği vardı ortada, zorlanan kapılar vardı. Ikınarak doğurmak gerekiyordu mutluluğu, mutsuzluğu. Hiçbir şey kendiliğinden değildi, sebepleri vardı, emek istiyordu. Var olan yaşamak gerçeğinden marjinal fayda sağlamak önemliydi artık ve doyumsuzluk da doyumun bir boyutu olduğundan insanlar bu faydanın sonsuzluğuna inandırıyorlardı kendilerini. Artık demode olmuş, harekeretten, ihtirastan ve döngülerden uzak duygular peşinde koşmuyordu kimse benim gibi. İnsanlar artık daha bir bilincindeydi yaşamın. Bir şarkı sözünde belirtildiği gibi artık birbirlerini Tanrıya şikayet edebilmekteydiler. Hiyerarşik düzeni bozmuş olmanın rahatlığıyla, abone olup, ailevi kurguları bozabilmektedirler. İsyan duygularının bu gelişmişliği karşısında benim iniltilerim yalnızca fısıltı boyutunda ele alınabilir artık. Artık yarı tanrı pop şarkıcılarının “ben sizin babanızım” bile diyebildiği aktif ve saldırgan bir sürece girilmiştir. Herkesin gözü daha bir açıktır, televizyonda banka satılmaktadır, insanlar bunu seyretmektedir. Her şey şeffaftır. Çetelerimiz bile var artık. İtalyan mafyasına ya da Amerikan CIA filmlerine özenmek zorunda değiliz. Çağa ayak uyduramama sorunu benimkisi. Bir de bugünlerde kafayı konuşmamaya takmışım. Kimim ben? Ne olduğumu sanıyorum? Neymiş efendim konuşmak hiçbir şeyi halletmiyormuş. Bir sor bakalım halledilecek bir şey kalmış mı? İnsanlar her şeyi halletmiş, ben yine geç kalmışım. Bu yüzden yapay sorunlar üretiyorum. Geçenlerde paradigmalardan bahsetmişlerdi. Galiba bir ben kalmışım paradigmalar sahip oysa herkes enigmalara (ne demekse bu) karışmış. Evet, kim inkar edebilirdi yaşadığımızı. Bir başka şair “şu ana kadar ölmemiş olmam bir anlamda yaşadığımın bir göstergesidir, bir anlamda da hiç de öyle değil” demişti. Öyle çok şey söylenmişti ki yaşamak üzerine. Ve her şey üzerine öyle çok şey söylenmişti ki her ağzımı açışımda sadece taklit ettiğimi sanmaya başlamıştım. En saçması bile söylenmişti.

YILLARIN ARDINDAN
Kalemi ele almayalı uzun zaman olmuştu sanırım. Ne ben o eski bendim ne zaman olgulara acımıştı. Bildiğim her şey süratle ve bana aldırmadan değişiyordu çevremde. Alışık olduğum ne varsa beni yalnız bırakıp başka bedenlerde yaşamaya gitmişlerdi sanki. Duraksız zamanın duyguları bekleyen tek durak sakini, tek bekleyeni ben kalmıştım. Kaybolmuş şehrin türküsü dudaklarımda eskicinin geçmesini bekliyordum. Oysa eskici bile terk etmişti bu enkaz yığınını. Kimseden aman, kimseden acıma yoktu geldiğimiz zamanda. Ben inatla insanlığa dair, güzelliklere dair sevdalar peşindeydim. Kişisel bir şeydi bu tabii ki. Yoksa toplumun genelini böyle dipsiz bir kuyuya çekme amacında değildim. Yasalarımız zaten böyle bir kaosa izin vermiyordu. Kimin yasalarıydı bunlar bilmiyordum ama uymakla zorunlu olduğumu hissediyordum. Yasa koyucular bizden daha iyi düşünen insanlar olmalıydı, onlar koymalı biz uymalıydık, uymazsak zaten uydurtacak birileri çıkacaktı. Yetkili mercilerden çektiğimiz kadar kimseden çekmeyecektik zaten hayatımız boyunca.
Her şeyi bir mevsime bağlamıştık. Denize yazın girmeli, kışın evimizde oturmalıydık. Soğukta palto, sıcakta tişört giymeliydik. Tişörtü bile karşılayamamıştık bir başka sözcükle. Bunun başka bir açıklaması yoktu. Gökyüzünün tek rengi olan mavi mevsimlere göre değişse de bizim için hep maviydi. Geceleri bile “gece mavisi” dediğimiz şeye tapınırdık. Her birimiz tanımlamaların dışına çıkmaktan öyle korkardık ki, sonunda tanımlamalar bizi yerdi. Boşlukta kalan tek bir kelime bile hayatımızı kaosa sürükleyecek gibi dururken, kelimeler resmi geçitinde kendine yer bulan diğerleri bize bıyık altından gülerdi ve yarattığımızın esiri oluşumuzu gözümüze sokarcasına simgelerlerdi. Korkuyorduk, evet,dehşetle korkuyorduk. Ama neydi bu korkumuzun nedeni? Kalkıp binlerce nesne ve kavramı sayabilirdik. “Bakın, işte bu sinek korkutuyor beni, sıtma olursam ne olacak? Kim kurtaracak beni? Ekmeğimim, aşımı ve umudumu kim sağlayacak?”
Umudun ve sevdanın ardı sıra gidiyorduk. “Genel müdür olup Mercedes alsam” ya da “şu kız benim olsa” diyorduk. Diğer insanlar ve onların umutları, sevdaları, yoklukları ve çoklukları ürkütüyordu bizi. Her an birileri bizi dolandırabilir ya da ortaya çıkıp sen şu tarihte yatağının ıslattın ver bakalım hesabını diyebilirdi. İtibarımızı dolara endekslememiz şarttı artık, yoksa her an değer kaybedebilir, 70 sentlik bir insan haline gelebilirdik. O zaman insanlık borsasında ne değerimiz kalırdı? Neye tutunurduk? Tüm bunları aşmalı ve kaygısızca ve dilencilere acıyarak ve altımızda arabamız, güzel eşimiz ve çocuklarımızla sefahate dalarak, rahat rahat ömrümüzü geçirmeliydik. Biz bunun için eğitilmiştik. Diğerlerine ne olduğu sonuçta onların problemiydi.
İşin en garibi ise tanımlamaların toplumdan topluma, kişiden kişiye değişmesiydi. Oysa farklı söylenseler de sonuçta hepsi aynı kapıya çıkıyordu ve biz bu kapıyı zorlamıyorduk bile. Sadece onların ardına takılmakta buluyorduk mutluluğu. Bunun sorumluluğunu da “düzen” adını verdiğimiz bir kavramın üzerine yıkıyorduk. Yaptığımız her hareket düzenin bir gerekliliğiydi. İnsanları dolandırırsak eğer, bu bizim değil, düzenin suçuydu. Bizim içimizde kötülük yoktu aslında. Düzen bizi kötü ve acımasız davranmaya zorluyordu. Belki o olmasa hepimiz iyi ve güzel insancıklar olacaktık. Ne kötü bir şeydi şu “düzen”. Umutlarımız vardı bizim ama onun yüzünden erişemiyorduk. Çocuktuk,nelerden korktuğumuz belliydi. Aç kalmaktan korkardık, karanlıktan korkardık, dayak yemekten korkardık. Ölüm uzak bir ihtimaldi, aklımıza bile gelmezdi o. Kelimelerin bizi korkutması ise ancak bir anlıktı. Öcülerle addaya gider, bölerle uyur, bostanlara girer ve annemizin inadına lahanayı yerdik.
Her şeyi mevsimlere bağlamıştık. Bahar, sevdaların da, doğa gibi, çiçek açtığı mevsimdi. Kuş sesleri bizi coşturur, çiçekler fallarda yıpratılırdı. Sonraları telefonlarla bir nebze de olsa kurtardık çiçekleri. Sokak falcıları, sokak satıcıları, duygu pazarlayıcıları, düşünce tüccarları gördük sonra. Her şey çılgın bir debiyle değişiyordu. Bu sırada oldu olanlar. Önce kendimi biz kavramının dışına çekmeye uğraş verdim. İşin püf noktası buydu belki de. Çünkü ben’e yaklaştıkça biz’i daha rahat algılamaya başladım. Biz’in bir ben’ler topluluğu olduğunu anladım önce. Her bir ben bir araya gelince, biz’leşiyordu. Biz daha sonra insanları bencillikle suçluyordu. Normalde biz’e uymayanın ben’e de uymaması gerekiyordu ama iş pratikte o kadar da kolay değildi. Bazen “ben” benliğini hatırlıyordu çünkü.
Biz hep ikinci ve üçüncü tekil şahısları sorguladık bugüne dek, hep suçluydu onlar, biz hep masum ve iyi niyetliydik. Ama bir yerde tıkandık hep, çünkü kendimizi sorgulamadık, ne olduğumuzu, ne olmadığımızı, ne yaptığımızı hiç sormadık kendimize. Sonuçta başarı hep uzak kaldı bize. Çünkü biz başarısızlığımızın ve saldırganlığımızın farkında bile değildik Biz, biz değildik ve bu döngüde “ben” ben olamazdım.
Herkesi yargılıyoruz, her şeyden hesap soruyoruz, sadece kendimizi dışarıda bırakıyoruz bu müthiş sorgulamada. Çünkü kendi hakkımızda bir yargıya varmanın ne denli zor olduğunun bilinçsizce de olsa ayırdındayız. Çünkü diğerlerini yargılamak, onlara, onların dışında kulplar takmak öyle kolay ki…. Hiçbir yaptırımı yok bunun. Mesela kolayca “şu kişi şöyle biridir.” diyebiliriz, gülüp alay edebiliriz, kızabilir, sitem edebilir hatta küfredebiliriz. Çünkü yüce adalet duygumuz, kendimiz dışında herkesi küçük görmeye, kıskanmaya ya da haddinden fazla büyütmeye yeterli ve haklı görür kendini. Bize bulaşmadığı sürece tüm nesne ve özneler görece olarak iyidir ama her an bizim için potansiyel birer sanık durumuna düşebilirler. Ve hem savcısı, hem avukatı,hem jürisi, hem de hakimi olduğumuz kendi mahkememizde acımasızca ve hiçbir açık kapı bırakmadan yargılara varır sonra bu görece yargılarımızı, oyunumuz bozulduğu zaman, o güne uyarlayarak başka bir kapıya çıkartırız. Bunu denetleyebilecek bir yasa çıkartılmamıştır henüz. Çünkü her insan kendine göre bir senaryo yazar yaşantısı üzerine, çünkü her insanın zamanla değişen kendi yasaları vardır. Bu yasalarda dokunulmazlık seviyesine erişen tek özneyse doğal olarak “ben” dir.
Sonra insan – ki her insan yapamaz bunu – bir gün “ben” i yargılamaya başlar. İşte o an geçmiş yargılarının, saplantılarının, komikliklerinin ayırdına varır. Kendiyle alay etmesini, kendini kendisi gibi ortaya sürebilmesini ve nihayetinde kendisi dışındakileri yargılamaktan çok önemsemesini ve sevmesini öğrenir.
Aynayı kendime çevirmeliyim artık, tam alacalandığı noktasına yüzümün. Yitip giden üretkenliğimin gidişine hüzünlü gözlerle bakma budalalığından kurtarmalıyım kendimi. Yoksa bir başıma kalma sıkıntısı gibi bir derdim olmayacak. Sorguları ve cevapları iteceğim bir kenara. Yazdıklarımın ifade ettiği gerçekler yiyecek beni. Bu ben değilim ! Böyle durağan, böyle sessiz kalamam artık. bastırılmış bir korkuya itilmiş bir benliğe yani “onluğa” mahkum edemem kendimi. Nedir bu? Neyi değiştiriyorum? Çırpınan bir karaltı olmak var işin sonunda ya da cesurca göğüslemek yaşamı. Ben ikisinde de rol almıyorum sadece yaşıyorum. Hayır! Bu böyle olmayacak. Zamanı ve kendimi sorgulama anı artık. Bunu ya şimdi yapacağım ya da sonsuza kadar susacak yüreğim.
“Hayat bizi bekliyor, gitmemek olmaz” demişti şair haklıydı da kendince. Bir yaşam gerçeği vardı ortada, zorlanan kapılar vardı. Ikınarak doğurmak gerekiyordu mutluluğu, mutsuzluğu. Hiçbir şey kendiliğinden değildi, sebepleri vardı, emek istiyordu. Var olan yaşamak gerçeğinden marjinal fayda sağlamak önemliydi artık ve doyumsuzluk da doyumun bir boyutu olduğundan insanlar bu faydanın sonsuzluğuna inandırıyorlardı kendilerini. Artık demode olmuş, harekeretten, ihtirastan ve döngülerden uzak duygular peşinde koşmuyordu kimse benim gibi. İnsanlar artık daha bir bilincindeydi yaşamın. Bir şarkı sözünde belirtildiği gibi artık birbirlerini Tanrıya şikayet edebilmekteydiler. Hiyerarşik düzeni bozmuş olmanın rahatlığıyla, abone olup, ailevi kurguları bozabilmektedirler. İsyan duygularının bu gelişmişliği karşısında benim iniltilerim yalnızca fısıltı boyutunda ele alınabilir artık. Artık yarı tanrı pop şarkıcılarının “ben sizin babanızım” bile diyebildiği aktif ve saldırgan bir sürece girilmiştir. Herkesin gözü daha bir açıktır, televizyonda banka satılmaktadır, insanlar bunu seyretmektedir. Her şey şeffaftır. Çetelerimiz bile var artık. İtalyan mafyasına ya da Amerikan CIA filmlerine özenmek zorunda değiliz. Çağa ayak uyduramama sorunu benimkisi. Bir de bugünlerde kafayı konuşmamaya takmışım. Kimim ben? Ne olduğumu sanıyorum? Neymiş efendim konuşmak hiçbir şeyi halletmiyormuş. Bir sor bakalım halledilecek bir şey kalmış mı? İnsanlar her şeyi halletmiş, ben yine geç kalmışım. Bu yüzden yapay sorunlar üretiyorum. Geçenlerde paradigmalardan bahsetmişlerdi. Galiba bir ben kalmışım paradigmalar sahip oysa herkes enigmalara (ne demekse bu) karışmış. Evet, kim inkar edebilirdi yaşadığımızı. Bir başka şair “şu ana kadar ölmemiş olmam bir anlamda yaşadığımın bir göstergesidir, bir anlamda da hiç de öyle değil” demişti. Öyle çok şey söylenmişti ki yaşamak üzerine. Ve her şey üzerine öyle çok şey söylenmişti ki her ağzımı açışımda sadece taklit ettiğimi sanmaya başlamıştım. En saçması bile söylenmişti.
Zırvalama hakkım bile alınmıştı elimden. Bu küresel komedide kendime “ikame edecek yer bulamayan” ben, gerçek sözler ve gerçek yaşamlar üzerine ne bilebilirdim ki? Yazılacak bir şey kalmış mıydı acaba? Yoksa artık her şey tekrardan mı ibaretti? Ara sıra kalemin ucuna geliveren satırlar, bir gerçeği ifade etmekten çok, eğreti bir hayali doğrulamaya çalışıyordu. Kimse ilgilenmiyordu artık bunlarla belki de. Herkes kendi doğrusunu bulmuş diğer doğruları yalanlamak için sırada bekliyordu. Hayati bir önemi vardı bunun. Yaşamak adına yapılacak fazla bir şey kalmamıştı zaten. Sanki uluslararası bir senaryonun son dakikalarına gelinmişti. Biraz sonra bu film bitecek ve herkes kendi yorgun yaşamına, filmin kahramanlarını taklit etmek için, geri dönecekti. Karanlık sinemadaki karakterler bir bir gün ışığına çıkacaktı.
“Beyaz perdedeki gibi şaşıracak, oradaki gibi gülümseyeceklerdi. Bütün ipuçları aynı oradaki gibi açık ve net bir gerçeği işaret edeceklerdi.” Karanlıkta hiçbir şey kalmayacaktı. Çünkü insanlar rollerini çok iyi biliyorlardı artık. En basit figüranlar bile büyük bir ciddiyetle eğileceklerdi rollerinin üzerine. İlahi adalet yerini bulacaktı. Peki, peki ama benim rolüm neydi bu hengame içinde? Ben neyi temsil ediyordum? Hangi kahramandı bana damgasını vuran? Ben açıkta mı kalmıştım yani? Çokoprens almaya mı yollamışlardı beni? Eğer rol dağıtımından haberim yoksa, yaşanan aksaklıklardan nasıl sorumlu tutuyorlardı beni? Biri cevaplamalıydı bu soruyu. Etrafımızı saran bu yalan perdesini yırtıp atmak hiç de kolay değil biliyorum. Bu bana acı verse de yırtmak için yeterince çaba harcamıyorum. Tüm cevapları bir başkasından bekliyorum. Oysa bu yaşam benim.
Ufak oyunların ufak insanlarıyız aslında hepimiz. Eğreti sevinçlerimiz, saçma dertlerimiz var. Kolay yargılara varıyoruz. Kolay siliniyoruz. Derinlemesine irdelediğimiz hiçbir şey yok. Her şey yüzeysel, her şey yapmacık. sevdayı, aşkı bile küçük karaktersizliklere indirebiliyoruz Devinen bir yıkkınlıkla ilerliyorum. Bu gidişe dur demek istemiyorum belki de. Yıkkın, yılgın ve bıkkın görünmek ya da diğerlerinin beni öyle sanmasını sağlamak garip bir mutluluk veriyor bana. Oynayabildiğimi hissediyorum. Demek ki kandırabiliyorum onları,beni kendileri gibi birisi sanıyorlar, oysa ben bile bilmiyorum nasıl birisi olduğumu. Zayıf olduğumu hissediyorum yarım bırakma konusunda da oldukça başarılıyım.
Aslında hep İngiliz gibi başlıyorum ama gerisi gelmiyor. Kesin kurallarım yok ama diğerleri böyle bir şeyin olduğunu sanıyorlar. Uzun söylevler vererek onaylıyorum ben de onları. Şöyle yaparım, böyle ederim diyorum. Gözümün içine baka baka inanmadıklarını haykırıyorlar. Cümleleri ise beni onaylıyor. Belki de bu yakıyor içimi. Birisi karşıma çıkıp “bir halt edeceğin yok senin” diye haykırsa hemen kendime geleceğimi sanıyorum. Tüm bildiklerimi ve okuduklarımı unutup o kişinin doğrularıyla yaşayacakmışım gibi geliyor. Oysa bu hakkımdan mahrum ediyorlar beni. Belki de kendi doğrularımın yalanlanması düşüncesi bunlardan alıkoyuyor. Peki ne yapmak lazım o zaman? En büyük ilaç olan unutmaya mı sarılmak lazım? Zaten toplumsal unutkanlıkta başı çekmiyor muyduk? Ben de bu toplumun bir üyesi olarak bireysel unutkanlık hakkımı kullanmalıydım.
Neleri unutmadık ki. Herkes bir şeyleri unuttu. Bense unutulmaması gereken şeyleri unuturken ( ya da unutuyormuş gibi yaparken), unutulması gereken birçok şeyi unutamadım. Aklımda kalan şeyler hep görece önemsiz şeylerdi. Borçlarımı unuttum, alacaklarımı unuttum. Bu yüzden hep eziklik duydum. Uzun zaman evvel biten, yiten, giden (ne derseniz deyin) şeyleri bir türlü unutamadım. Sözcükleri, en çok da insanların söyledikten sonra bir köşeye attıkları kullanılmışlıkları bir türlü unutamadım. Hani bana şöyle demiştiniz diye hatırlattım ama kimse hatırlamadı. Ama benim söylediklerimi ve yaptıklarımı pek unutmadılar. Beni unuttular bu arada, benim de “birisi” olduğumun farkına varmadılar belki de. Oysa be en çok hatırlanmak istiyordum. Benim ben olduğumun tüm ay sınıfı yargı organlarınca kabul edilmesini istiyordum. Oysa ben de unuttum bazılarını. Adlarını unuttum, yüzlerini unuttum. Zaman geçti diye avuttum kendimi oysa zaman insanlardan daha önemli ve kalıcı değildi. Beni bu yana sürükleyen bir şeyler olmalıydı. Daha bu yanın tarifini oturtamıştım. İyi ya da kötü diyemiyordum. Yorgunluk ve heyecan birbirini takip ediyordu ama bunu yaparken belli bir kurala uymuyorlardı. Herhangi bir devamlılığı yoktu. Kesintiler belirsiz sürelerdeydi. İnsanlar etrafımda bir şeylerden bahsediyordu. Sesleri sanki benim olmadığım bir yerden playback olarak veriliyordu. Kimse söylediklerinin anlamını vermiyordu bana. Daha çok biçimsizlik hakimdi olanlara.
Kelimenin bittiği yerde devinen bir yalnızlık başlıyor sanki. Ama sarhoş bir hava veriyor insana. Gözler, sanki daha bir şehla bakıyor tüm olan bitene. Yine de bir yanımız tüm açlığıyla saldırıyor insanlara. Ve ben dinilmek, iniltisiz bir yaşam sürmek isterken sanki daha bir fazla batıyorum olaylara. Yılgın bir yanım var, kendimden yana. İçe döndüğüm her dönem dışarıya açılma isteğim artıyor. Sözcükler arıyorum iletişim için. Kendi sözcüklerimle yakalanıyorum. Gözlerim sönükleşsin istiyorum, kimse bir şey okuyamasın. Anlamsız bir edilgenlik, anlamsız bir devinimin kucağında öylece salınayım istiyorum. Dost arıyorum ama konuşmadan anlaşabileceğim. Her biri benden beş beter insanlar olmalı, onlar konuşmaya başladı mı ben susmalıyım. Yitip giden sadece zaman olmamalı. Geriye benden yana bir şeyler kalmalı artık. Amacım ölümsüzlük değil bir kalıt bırakmak bu dünyaya sadece.
Yılların ardından değişen sadece yüzler değil. Konu olan yitirdiğimiz nesneler değil, kendimizi yitiriyoruz. Bu ne idüğü belirsiz yalınlıkta ben kendi fotoğraflarıma bakarak bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Yıllar öncesinin o afacan çocuğu değilim değilim artık mesela, şimdi güldüğüm zaman bir neden istiyorlar, suratımı asıyorum bir açılama bekliyorlar. Yıllar öncesinin sevimli öğrencisi de değilim. O zaman evimi özlediğim de ağlayabiliyordum, şimdi ağlayınca çocuk musun diyorlar. Ama ben de uydum onlara, uzun zamandır bir damla yaş akmadı gözümden, çok istedim ama olmadı. Biliyorum, değişen sadece yüzler değil, benim değişen ve yüzümün yaptığı sadece buna uyum sağlamak. “Bat dünya bat” Ama ben nereden bileceğim. Yazmayalı çok oldu, yazar eskilerini ne yapıyorlarsa onlardan olmak istiyorum artık. Mümkünse tekrar yazmak istiyorum, yaşadım diyebilmek için ama bunca şey izin verecek mi acaba? Yazmak yaşamaktır, değişmek, böylece değişmek, ölüm.
Dündar Bayram


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.